günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2024 Pazar

Kuzey Atlas Okyanusu Kıyılarını Ziyaret - Fas Gezimiz




Bundan belki iki ay öncesinde, bugün böyle bir blog yazısı hazırlıyor olacağımı tahmin edemezdim. O kadar hızla gelişen bir program ile, iki çok sevgili arkadaşımla birlikte, kız kıza Fas'a gitmeye karar verdik. Ağustos ayının ilk haftasını kaplayan 8 gecelik bir ziyaret planladık. 

Oldukça heyecan verici bir hazırlık içindeydim. İlk defa eşimi ve çocuklarımı geride bırakarak, kendi başıma bir yolculuğa çıkıyordum. Üstelik beş saati aşacak bir uçuş mesafesinde... Hiç gitmediğim, hiç bilmediğim bir yere... Seyahatin yaklaştığı son günlerde, kendim bile kendime hayret ettiğim bir kaygıya bürünmeye başladım. Ayrılmakta, kısa süreliğine bile olsa birilerini "geride bırakıyor" olmakta zorlandığımı fark etmeye başladım. Gidişimiz yaklaştıkça içimi kemiren olumsuz hisler daha da kabarıyordu. Berra'nın "Hallederiz anne, sen rahat ol" demeleri, Enes'in "N'olucak anne, bir defa da sen git" diye motive etmeleri, içime su serpiyordu. Ama Rana ile ilk defa böyle bir ayrılık yaşayacaktık. Ondan emin olamıyordum. Son güne kadar zaman zaman seyahatime atıfta bulunarak onu hazırladığımı düşünüyordum. Ama son gün döküldü Rana: "Anne diye seslendiğimde içeriden cevap vermeni çok özleyeceğim!" 

Böylece boğazıma oturmuş kocaman bir yumru, günlerdir duyduğum heyecanın yerini kaplayıvermişti. Sabah havalimanına doğru yola çıkarken ayrıldığımızda, o kocaman yumru ile çıktım yola. Veda etmek, geride bırakmak, geride bırakılmak... Meğer bunlarla yoğrulacağım bir yolculuğa da çıkıyormuşum içime doğru. 

Yutkuna yutkuna, ilk defa, sorumluluğumda başka kimse olmadan, bir yolculuğa çıkıyordum, bunun tadına varmaya çalışırken o yumruyu biraz biraz bir kenarda bırakmaya başladım. 

Derken, Marakeş'e indik. Havalimanından ayrılmadan önce oranın para birimi olan Dirhem almak için döviz bürosuna uğradık. İşlem yapmak için pasaportlarımızı istediler. Türk olduğumuzu görünce hiç beklemediğimiz bir sevgi gösterisi ile karşılaştık. İstanbul'u, Bursa'yı ne kadar sevdiğini söyleyen kişi bir de "İrdıgın" dan bahsediyordu. Başta acaba Ardahan'dan mı bahsediyor derken jetonumuz düştü. Meğer "Erdoğan" diyormuş. Nasıl bir Türk hayranı ile denk geldik böyle diye düşünürken, daha böyle niceleri ile karşılaşacağımızı hiç tahmin edemezdik. Gezi boyunca Türk milletine yüklenen misyon hep tazelendi. Hiç farkında değilmişiz diye düşündüm. Kendi kendimize yüklendiğimiz değersizlikle baş etmeye çalışırken, aslında bir tarafta birilerinin umudu olduğumuzu görmek, kendimize de başka bir yerden bakmamıza neden oldu. 
 
İlk intiba, geldiğimiz yerde güvende hissedebileceğimiz yönünde idi. Nazik, sakin, düşünceli, problemleri çözmeye çalışan kişilerle karşılaşıyorduk. Korktuğumuz gibi değildi hiç. 

Marakeş'e indiğimizde korktuğumuz gibi olmayan diğer bir şey de sıcaklık idi; İstanbul'un sıcak günlerinden daha fazla bir sıcak değildi karşılaştığımız atmosfer. 

İlk rezervasyonumuz, Fas'ın güneybatısındaki Agadir'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nun kıyısında, Atlas Dağları'nın eteğinde, Sahra Çölü'nün hemen kuzeyinde bir yerde idi. Bunun için yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuk ile kalacağımız otele ulaştık. 



Kaldığımız yerde de ilişkiler güleryüzle sürdürülüyordu. Nazik ve sakince... Otelde kalanlar büyük çoğunlukla Avrupa'dan gelen turistlerdi. İspanya, Portekiz, Fransa gibi ülkelerden... Bunun yanısıra Pakistan'dan, Güney Amerika taraflarından, mesela Jamaika'dan gelenler de vardı. Faslı turist sayısı çok azdı. Türkiye'den sadece biz vardık sanırım. 

Otel çalışanlarının bazıları, Türk olduğumuzu fark edince, bildikleri Türkçe kelimeleri, kalıpları konuşmaya başladılar. Türklere hayranlık duyanlar arasında otel çalışanları da vardı yani. Restoranda çalışan bir genç kız, pek çok Türk dizisini izlediğini ve oradan Türkçe kalıplar öğrendiğini söyledi mesela. 

Agadir'de alışveriş için uğradığımız dükkanlarda da nereden geldiğimizi soruyorlardı. Türkiye dediğimiz zaman "Kardeş ülke" diye yorum yapan, bize indirim yapan, hürmet eden, yardımcı olmaya çalışanlar oldu. Galiba Türk olmanın prestijini daha önce hiç bu kadar hissetmemiştim. 

Bu arada Agadir'de hava beklemediğimiz kadar serindi. Hatta sabah yürüyüşleri sırasında üstümüze bir hırka almamız gerekiyordu. Bununla birlikte kıyıdan 100 metre içeri girdiğimizde sıcaklık hemen birkaç derece artıyordu. Bir gezimizde birkaç kilometre girdik içeri ve işte o gezide sıcaklık bizi yoracak bir hal aldı sadece. Şaşırdığımız başka bir şey ise, güneşin çok nadiren gökyüzünde parıldaması idi. Çoğunlukla puslu, bulutlu bir hava... Bazen yayla havası gibi bir sis kümesi çok yakınımıza kadar çöküyordu adeta. 



Atlas Okyanusu'nun sularının tenimize ilk dokunduğu anları da böyle bir hatıra olarak saklayalım dedik. Üç ay önce biri söylese inanamayacağım bir şeyi, yaşıyordum o sırada. 

Agadir'deyken yaklaşık 45 dakika mesafedeki Cennet Vadisi'ne maceralı bir yürüyüş yapmaya ve bir buçuk saat mesafedeki Essaouira kentindeki labirent sokaklarda dolaşmaya da gittik. Burada her şeyi bir sanata dönüştürme becerisi geliştirilmiş. Sanat ehli kimseler çok fazla. Demir, ahşap, bakır, taş, mermer, iplik, deri... İşlenebilecek her şey ile sanat yapmışlar. Sokaklarda ressamlar resimlerini sergiliyor, satıyor. Kaldığımız otelde de sürekli devam eden bir yağlıboya resim sergisi vardı. 



Essaouira'da panoramik bir yerde fotoğraf çekilirken yanımıza birisi yaklaştı ve "Türk müsünüz?" diye sordu. Biz de "Galiba sonunda bir Türk ile denk geldik" diye düşündük. Meğer bu genç hanımefendi de Faslı imiş. Türkçe öğrenmiş. O da bir Türk hayranıymış ve konuşmamızı duyunca selam vermek istemiş. Dünyanın böyle bir yerine gelip de böyle şeyler yaşayacağım, böyle hislere bürüneceğim hiç aklıma gelmezdi. 



Bu yukarıda gördüğünüz, Cennet Vadisi gezisinde sıkça rastladığımız "taksi"nin yakıt alırkenki hali :) Bunun üzerinde yazmıyor "taksi" diye, bazılarının heybesinin üzerine yazmışlardı :)

Agadir'deki son günümüzde artık okyanusla, dalgalarıyla, sesiyle, enginliği ile vedalaşma zamanı gelmişti. Meğer ne kadar kıymetli imiş vedalaşmalar... Yeniden başlamak için önce bitirmek gerek çünkü. Vedalaşıp geride bırakmayı öylece kabullenmek gerek ki yeni bir kapıdan girebilelim. Geride bırakılmışlığı öyle şefkatle kucaklamak gerekiyormuş meğer... Yoksa insan geride bırakmanın/bırakılmanın hissini yaşamamak için, vedalaşmayı da başaramıyor. 

Agadir'den sonra Marakeş'te yaşayacaklarımıza bıraktık kendimizi. Marakeş'te kaldığımız yer, eskiden konak gibi kullanılan bir yapının bugün oda oda otel hizmeti veren bir yere dönüştürülmüş hali olan bir "Riad" idi. 



Burada riadlar arasındaki sokaklarda dolaşırken, gerçekten filmlerdeki gibi labirent şeklinde, daracık, iki tarafında dümdüz duvar yükselen aralıklardan geçtiğinizi hissediyorsunuz. Bu duvarların bir yerinde bir kapı var sadece, bu kadar. Asıl hayat, bu duvarların arkasında. Eski kültürlerinde mahremiyete çok önem veren bir yaklaşım hakimmiş. Öyle ki, kapıda iki tokmak olurmuş. Biri daha küçük, sesi daha ince bir tokmak. Bunu, eve bir hanım misafir gelince tıklarmış, böylece kapıyı evden bir hanım açarmış. Büyük tokmak çaldığında ise gelen kişinin erkek olduğunun haberi verilmiş oluyormuş ve erkek ev sahibi karşılıyormuş. Büyük tokmak iki defa tıklatıldığında ise bir erkek misafirin, yanında bir hanımefendi ile geldiği anlamına geliyormuş. 



Mahremiyet hassasiyetinin bir başka yansıması da iç balkonlu evler... Evlerin havalanma alanı, kendi içinde, orta yerinde. Bu orta alanda çoğunlukla bir şadırvan, etrafında da kapıları bu orta alana açılan odalar şeklinde yapılmış. Her oda, bu aydınlığa açılıyor, odaların camı bu aydınlığa bakıyor. 



Sonraları hakim kültür değişmeye başlamış ve dış balkonlu evler yapılmaya başlanmış. Mesela Agadir'de kaldığımız otel de modern mimari ile yapılmıştı. Ancak o mahremiyet hassasiyeti devam ediyor olmalı ki, dış balkonlu sistem olsa bile, hiç bir balkonda diğeri asla görünmeyecek, birbirini rahatsız edemeyecek şekilde, sanki birini diğerinden ayırt eden bir basamaklandırma ile yapılmış. 

Fas'ta mescit ve camiler, ezan vaktinden 10 dakika önce açılıp, namazdan 10 dakika sonra kapanıyor. Bu yüzden namaz kılmak için yanınızda seccade taşımanız gerekiyor. 

Ülkede genel olarak tuvaletlerde taharet musluğu bulunmuyor. Aslında gezdiğimiz ve konakladığımız yerler genel olarak temizdi, temizliğe hassasiyet gösterildiği hissediliyordu. Ancak sanırım bu musluk kültürü gelmemiş buralara. 

Yemek konusunda hiç sıkıntı çekmedik. Kaldığımız otelde tam pansiyon hizmet aldık, dünya mutfağı olduğu için kendimize hitap eden bir şey illa ki bulabiliyorduk. Bununla birlikte Fas yemekleri de oluyordu. Fas yemeklerinin en belirleyici tarafı "tajin"de pişirilmesi. Özellikle et yemekleri, kendi mutfağımızdaki güveç gibi, şekli daha kubbeli bir yapıda olan kiremit bir kapta pişiriliyor. Osmanlı mutfağını andıracak şekilde et yemeklerini kayısı, erik, üzüm gibi meyve kuruları ile birlikte pişiriyorlar ve tarçın kullanıyorlar. Lezzetli de oluyor. 

Portakal suyunu her yerde bolca bulabilmek mümkün. Sokakta bile hemen yanıbaşınızda tazecik sıkılan portakal suyu alabiliyorsunuz. Özellikle Marakeş'te taze karışık meyve sularından içmek, bir öğün yerine geçebilecek kadar doyurucu ve bir yandan da serinletici olabiliyor. 

Son olarak Marakeş'te havalimanındaki güvenlik görevlisi hanımefendinin pasaport kontrolünün sırasında "Türk müsünüz? Nasılsın?" demesiyle tekrar Fas halkının ülkemize ve insanımıza duyduğu muhabbeti hissettikten sonra, Fas'a veda etme zamanı geldi. Gelirken kaygılı duygularımızın yerinde, iyi ki bu yolculuğa çıktığımızı hissettiğimiz şükran duyguları ile selamlayarak vedalaştık bu sefer. 



Bir delilik ettik, iyi ki de bu deliliği ettik dediğimiz bir gezi oldu. Hayatın her halini selam ile karşılamanın, gitme zamanı gelmiş her şeyi veda ile bırakabilmenin kıymetini hissettik bu topraklarda. Labirent sokaklarda dönüp dönüp aynı yere geldiğimiz, başka bir yere çıkacağımızdan emin adımlarla ilerlerken başladığımız noktada kendimizi bulduğumuz esrarengiz şehirler, kendi içimizdeki yolculuğun görünür bir timsaliydi sanki. 

Merakı uyanan herkesin görmesi temennisiyle... 



14 Ağustos 2017 Pazartesi

Bir Uluborlu Hatırası


Burası Uluborlu… Güreş Yeri Mahallesi 100. Yıl Caddesi…

O zamanlar çakıl dökülmüş bir yol idi. Kimi zaman bizi oraya bırakıp da gitmiş olan babamın gece gelişinin, kimi zaman dört gözle beklediğimiz kuzenlerin gelişinin habercisi olurdu savrulan çakıllar.

Bu yolun kenarında, bahçenin içinde idi anneannem ile dedemin evi. Geceleri öyle çok yıldız
görünürdü ki gökyüzünde… Bahçenin yola bakan kenarındaki duvarın üstüne otururduk bazen. Astronot olma, uzayın gizemine yolculuk etme hayallerim hiç de hayal gibi gelmiyordu o zamanlar.

Anneannemle uyurduk geceleri bir de… Onunla uyuyacak olmak, sanki bütün günü kaygısız bir genişlik içinde geçirmemi sağlardı. Öylesine bırakabilirdim sanki kendimi bisiklete binerkenki rüzgara… Öylesine bırakabilirdim saklambaçta bulunacağım heyecanına… Öylesine bırakabilirdim ağaçlara, arıktan geçen suya, salıncakta sallanmaya…

Akşam uyku saatimiz geldiğinde, anneannemle beraber giderdik yatmaya. Buz gibi olurdu yatak. Yazın yorgan örtünmenin tadına varırdık. Ve anneannemin kokusu… Bir yanına kardeşim yatardı, bir yanına ben… Beraber dua eder, birkaç kelam anneannemin gençliğinden merak ettiğimiz bir şeyler konuşurduk. O anlattıkça biz hayale koyulurduk. Kendini uykuya bırakmanın en keyifli hali… Acaba yüzümde bir tebessümle mi dalardım ki uykuya o zamanlarda?

Sonra, çok sonra, bebeğin anne ile birlikte uyumasının ne anlama geldiğini öğrendim. Anne ile çocuğun yeniden güvenli bağlanması sürecinde çocukla birlikte yatmak gerekiyor olması, ne kadar da anlamlı geldi. Çocukluğunu yaşamaktan alıkoymamak için çocuğu, ne kadar da elzem imiş meğer.

Ve aslında bunun gibi pek çok elzem konuyu, ince ayrıntıyı, kimi zaman takıldığı noktalar, sorular, kimi zaman da tecrübeler ile birbirine aktaran kişilerin buluştuğu bir platformdayız şimdi. Bir sanal okul, Pedagoji Okulu :) İyi ki ben de bu okuldayım :)

25 Aralık 2014 Perşembe

Korkuyorum...

Bir yargıda bulunmak, son cümleyi söyleyivermek, noktayı koyuvermek... Ne kadar da kolay geliyor insana... 

Halbuki ne kadar da ince ve inceliği kadar da çetin bir imtihan... Hak ile hak olmayanı birbirinden ayıran çizgiyi görebilecek ferasete erişmek ne zor iş...


İnsanlık tarihinden bize nakledilen kimi olaylar var. Mesela Hz. Nuh, bir gemi yapıyordu. Ve gemi, sanki ters çevrilmiş, çatısı üzerinde duran bir ev gibi görünüyor. Dalga geçiyordu kimileri onunla "Bu ters dönmüş ev ile mi kurtaracaksın bizi?" diye. Akla, mantığa sığmayacak bir iş idi yaptığı.

Şimdi belki asırlarca sonrasından bakan birileri olarak, pişkin pişkin o gün inanmayanları kınamak çok kolay. "Nasıl da aldandılar!" diye sanki kendimiz pek bir emniyet içinde aldanmalardan arınmışız gibi durmak çok kolay. Ama korkuyorum... O gün ben de orada olsaydım, hakikatten yana olabilecek miydim?

Hz. İsa'nın dünyaya geldiği zamanlara doğru bir gidelim. Neler demişlerdi kim bilir... "Bir de iffetli, namuslu geçiniyorsun! Böylelerinden korkacaksın zaten!" diyenleri mi arasınız... "Göz var, mizan var, babasız çocuk mu olur!" diyenleri mi ararsınız... Havsalasına sığdıramayanları mı ararsınız... Belki de o zamanın hakikat bekçileri, namus savunucuları idi en çok öfkesini haykıranlar... Hz. Meryem, bir sessizlikten ibaret olan Meryem orucuna durduğunda, "Söyleyecek lafı yok zaten! Her şey apaçık ortada!" diyenler de hiç az değildi sanırım...

Bugün, böylesi iffet timsali birinin iffetsizlikle imtihandan geçtiği bir döneme gene uzaktan uzağa bakıp ahkam kesmek çok kolay. Ama bir de o dönemin şahidi olsaydık, nice olurdu halimiz? Her şeye, hatta o zamana kadar hakikat olarak bildiğimiz şeye rağmen, gene hakikatin yanında olabilir miydik?

Hele ki bir de Hz. Aişe'nin  iffeti ile ilgili uğradığı iftira... "Ateş olmayan yerden duman tütmez..." diye geçmez miydi içimizden? Rasulullah Aleyhissalatu Vesselam'ın ona yalnızca "Eğer böyle bir şey var ise, o halde Allah'a tövbe et" demekten öte bir şey yapmayışına biz nasıl bakardık? Bir iftiraya gerçek olma payı vermek ile, her söylentiye rağmen iffetinden emin olmak arasındaki çizginin neresinde kalırdık acaba? 

Korkuyorum...
Böylesi hakikati ince ince ayırt etmem gerekecek imtihanlardan geçmekten korkuyorum... 
Bir peşin hüküm ile karar vermekten, kendimden o kadar emin olmaktan korkuyorum...

Aslında bizim hakikatin neresinde olduğumuz, tarihin sayfalarında bir gün kaybolup, unutulup gider de, içimizde tartıp duran vicdan terazisi var ya, işte onun sesi kesilmez sanırım... Vicdanın Cehennemî azabı... Ancak o azap insanı aklayıp paklayacak kadar arıtıcı olabilir çünkü...

Herhalde hak olanı ayırt edebilmek, vicdanını duymakla, vicdanını hakikat ile besleyerek diri diri tutmakla mümkün... Ancak o hakikatten beslenen kalp ve vicdan insana hakikatin emniyetini hissettirebilir sanırım... Ve o emniyet ile, her şeye rağmen insan hakikate teslim edebilir kendini...