eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2017 Pazartesi

Çocuklar başarı hikâyesi dinlemekten bıktı mı yoksa?


Geçtiğimiz günlerde sanat dünyasının başarılı bir isme ile yapılan bir söyleşiyi dinliyordum. Söyleşi sırasında sanatçı hanımefendinin paylaştığı bir konu dikkatimi çekti. Zaman zaman seminerlere katıldığından bahsediyordu. Son yaptığı seminerde en çok ilgi çeken konunun, başaramadığı ve reddedildiği alanlarla ilgili olduğundan bahsediyordu.

Bunu duyunca birden benim de içimde bir şeyler kıpırdandı. Sahiden başaramadıkları da varmış diye geçti içimden. Sanki kendimden bir parçayı buldum onda da... Onun da yapamadıkları varmış diye duymak, sanki içime bir su serpti.

Kendimdeki bu yeni fark ettiğim duygu durumu, çocuğu düşündürdü birden...
Çocuğun gözünde yetişkin, sadece yetişkin olmasından dolayı, güçlü kişi olsa gerek. Boyu ondan büyük, sesi ondan daha tok, onun beceremediği pek çok şeyi yapabiliyor, korktuklarından korkmuyor... Bu hali ile çocuğun ihtiyacı olan “güven kaynağı” nı temsil ediyor aslında yetişkin. Bir yandan da çocuk, güven kaynağını böylesi güçlü görme ihtiyacı içinde. Güçlü ve sağlam olmalı ki, ona tutunabilsin, onunla serpilebilsin yaşamın içinde...

Şimdi yetişkinler doğal hali ile zaten çocuğun güçlü görmek istediği bir yerde dururken, iş doğal sürecinden çıkıp, bir de çocuğun üzerinde daha fazla etkiye sahip olmak, ona söz geçirebilmek için, ne zorluklarla neleri başardıklarının hikâyelerini anlatıyor çocuklara.
“Bizim zamanımızda köye elektrik daha gelmemişti. Gaz lambasının ışığıyla ödev yapardık...” ya da “Okul öyle uzaktı ki, bir saat kadar dağdan bayırdan yürür, ancak öyle varırdık okula. Hem de kar kış demeden...” gibi sözler tanıdık geliyor mu bilmiyorum...

Hâlbuki ders çalışmak istemeyen çocuğun, bir zamanlar onun gibi ders çalışmak istememiş olan bir yetişkinin bu hatırasını duymaya ihtiyacı olsa gerek... Karanlıktan korkan bir çocuk, babasının da bir zamanlar onun gibi korkuları olduğunu duyduğunda, sadece bu bile ona teselli olabilir. Yumurtayı kırmayı beceremeyen bir çocuk, annesinin de bir zamanlar yumurtayı kâh ocağın üzerine, kâh tezgâha kırdığını duyduğunda, cesaretlenip yeniden deneyebilir.


Hatta bir öğretmen, anlattığı matematik dersinden bir zamanlar ne kadar düşük notlar aldığından, anlattığı İngilizceyi ilk öğrenmeye başladığı sırada hiç anlamayacağını zannettiğinden, kendisi de girdiği sınavlarda ne kadar da heyecanlanıyor olduğundan bahsedebilir...

Ve bu hikâyeler, çocuğa güven verir... Yetersizlik hissinin ruhunu kaplamasına engel olur. O güçlü yetişkin de yaşamış bu halleri; şimdi ise yapabiliyor. Demek ki bir gün o da yapabilir yani. Bugün Matematik çözemese de, belki bir gün Matematik anlatabilir. Çünkü öğretmeni de öyleymiş. Şimdi korktukları olsa da, bir gün çok cesur bir delikanlı olabilir. Tıpkı babası gibi...

Yetişkinlerin çocuğa güçlü ve eksiksiz görünmeye çalışarak ona iyi örnek olma gayreti, bir yandan çocukta yetersizlik hissini filizlendiriyor olabilir. Hâlbuki dürüst olalım... Hangi yetişkin bir zamanlar altına kaçırmadı ki? Hangi yetişkin üzerine yemek dökmedi ki? Hangi yetişkin ayakkabısını ters giymedi ki? Hangi yetişkinin anlayamadığı, düşük notlar aldığı dersler olmadı ki?


Sadece olduğu gibi, olduğu kadar olan bir yetişkin... Çocuğun ihtiyacı, bu olsa gerek... Böylesi bir yetişkinin çocukluk hatıralarını defalarca anlattırarak, hayalinde canlandırdıkları ile yaşamını şenlendirmek olsa gerek... 

31 Aralık 2015 Perşembe

Alan Kavramı gelişmemişse...

İki kız çocuğu olan bir annenin sorusu ve cevap olarak paylaştıklarımı buraya da aktarmak istedim...

Soru:

Küçük kızım merak duygusu ile dopdolu ve her yeri, her şeyi keşfetmek istiyor. Biz de tehlikeli bir şey olmadıktan sonra hiç engellemiyoruz. Diğer taraftan ablası herhangi bir oyun kurduğunda ya da farklı şeylerle meşgul olurken ufaklık geliyor, anında her şeyi yıkıveriyor, çekiyor... vs. Tabii doğal olarak kızım buna bağırarak, bazen de ağlayarak tepki veriyor.

Farklı yöntemler denedim, ufaklık oraya erişemesin diye meşgul ettim ya da farklı bir şey verdim ama olmadı. Büyüğe izah etmeye çalışıyorum; o daha bebek, oynamasını bilmiyor, yaptığın şeyler ilgisini çekiyor... vs. diye ama pek bi faydası olmuyor.  Olmamasını da anlıyorum, neticede oyun çocuğu... 

Cevap:

Galiba şu anda büyük kızınız "alanına" giriliyor olmasından dolayı tepkili. Bu çok insani bir hal. Alanına girilen herkes bu tepkiyi verir. Belirlenmemiş alanlar, birbirimizin alanına girmemize neden oluyor ve kaygıya neden oluyor sanırım. Siz de anne olarak birbirini rahatsız etmemeleri için bir yandan küçük çocuğu oyalamaya çalışarak, bir yandan da büyüğü ikna etmeye çalışarak, fazlasıyla bir enerji harcamak zorunda kalıyor olmalısınız. 

İsterseniz alan belirleyerek başlayın. Mesela, bir halı ile bu alanı belirleyebilirsiniz. Büyük kızınız bu halıda iken, siz de dahil, babası da dahil, eve gelen misafir ya da aile büyükleri de dahil, hiç kimse o alana ve o alandaki herhangi bir şeye müdahale etmiyor olmalı. Çünkü orası "kızınızın alanı". 

Alan konusundaki hassasiyetinizi, ilk olarak kendiniz uygulayarak kızlarınıza tecrübe ettirebilirsiniz. Mesela evi süpüreceksiniz ve kızınız halının üzerinde bir şey ile ilgileniyor. O sırada onun alanına hiç zarar vermeden, itina ile onun halısının etrafından dolaşarak geçişiniz, ilk olarak büyük kızınızın, yukarıda bahsettiğim kaygıdan kurtulmasına neden olur sanıyorum. Bu kaygıdan kurtuldukça, o alanda iradenin sadece kendisinde olduğunu hissettikçe, emniyet hissi ile sükunet bulur. 

Küçük kızınız o alana her müdahale ettiğinde ona da kararlılıkla "Annecim orası ablanın alanı. İstersen bir izin alalım." dediğinizde, büyük kızınızın emniyet hissi daha da güçlenir. Bu arada küçük kızınız da bu düzeni öğrenmeye başlar. Eğer abla, kardeşinin alanına girmesine izin vermiyorsa, hiç ikna edilmeye çalışılmadan bu kararına saygı duyulması gerekir. Belki bu arada küçük kıza da bir alan oluşturulabilir.

Alan, çocuktan bir beklentiye girmek için ya da çocuğu dışarıdaki dünyadan tecrit etmek için değil, çocuk için kendi iradesi ile emniyet içinde kalabileceği sınırları çizmek için oluşturulur. 

Adem Hoca bir şeyden bahsetmişti. "Çocuklar paylaşmak ister; emniyet duymadıkları için paylaşamazlar." demişti. Büyük kızınız, kendi alanı ile ilgili emniyet hissini içselleştirdikçe, kardeşi ile daha paylaşabilir olacaktır İnşallah. 

Alan kavramı, benlik gelişiminde çok önemli bir yer tutuyor. Programlarda zaman zaman bahsediyor Adem Hoca. İsterseniz arşivden konu ile ilgili bir tarama yaparsanız, daha da ufuk açıcı olacaktır. Alanındaki güven hissi, benliğin güven hissi ile güçlenmesine vesile oluyor sanırım. 

Bununla birlikte, alanına girilmiş bir çocuğu, alanına girilmesine ikna etmeye çalışmak da, çocuğun benliğini zayıflatmak olur herhalde. Mesela eve gelen ve bu kuralı bilmeyen misafirin çocuğu ile ilgili "Ama o misafir, hadi izin ver, bak bir daha gelmezler, onlara gidince o da sana izin vermez" gibi ikna edici cümleler, zorla alanına girilmesinden dolayı benliği zayıflatıcı ifadeler olsa gerek... 


Bu arada, kızınızda alan kavramı yerleştikçe, odasını ayırmak, ona yeni bir alan oluşturmak olacağı için, sanırım keyifli bir sürece dönüşür...

1 Ekim 2015 Perşembe

Oyuncak Paylaşamama Sorunu Üzerine

Anadolu Pedagojisi email grubundaki bir soruda, 3 yaşını biraz geçmiş olan bir çocuğun oyuncaklarını paylaşmaması sorununa değinilmişti. Bu soruya dair paylaştıklarımı buraya da aktarmak istedim...

Bir eğitim sırasında Adem Hoca'nın "Çocuklar, güven duymadığı için paylaşamaz." dediğini hatırlıyorum. Çocuk, eşyaları ve oyuncakları ile kendini güven içinde hissettiği ve kendisine ait olan bir alanda hakimiyetin yalnızca onda olduğundan emin olduğu bir ortamda, rahatlıkla paylaşabilir. 

Alan kavramı gelişmemiş olan bir çocuk için başka bir kişinin elindeki bir oyuncak, istediği zaman alabileceği bir şeydir. Çünkü o kişinin alanını tanımıyor çocuk. Ve aldığı şeyi de artık onun elinde olduğu için kendine ait diye yorumluyor. 

Aynı çocuk, alan kavramı gelişmediği için, karşısındaki kişinin de aynı şeyi yapacağını düşünür. Yani ona ait bir oyuncağı birisi aldığı zaman, artık o kişiye ait olduğunu ve tamamen yitirdiğini zanneder. Başka birinin eline geçtiği anda artık ona ait olduğu zannına kapılır. Bu yüzden asla vermek istemez. 

Bir bireyin alanı, görünmez, farazi bir çizgi ile belirlenir. Biz bunu karşımızdaki kişi ile ilişkilerimizi ve davranışlarımızı şekillendirirken hissederiz ve hissettiririz. 

Mesela Ali'nin elindeki oyuncağı Mehmet almaya çalıştığı ve Ali de vermek istemediği bir sırada yanlarına gidebilirsiniz. Onlarla aynı boy hizasına inerek ve önce Ali ile göz göze gelerek "Ali, sanırım bu senin araban, değil mi? Bu araba sana ait, değil mi?" diyerek, Ali'ye ait olanı teyit edebilirsiniz. Burada aslında Ali'nin farazi alanını oluşturuyorsunuz. Böylece Ali, kendini güvende hissetmeye başlayacak. 

Sonra Mehmet'e dönerek "Mehmet, bu Ali'nin arabası, ona ait. Sanırım sen de bununla oynamak istiyorsun değil mi?" diyerek, hem Ali'nin alanına saygı duyan, hem de Mehmet'in duygularına saygı duyan bir tutum edinmiş olursunuz. Sonra "Bu arabayı ödünç almak istersen, yani oynayıp geri Ali'ye vermek istersen, bunun için Ali'den izin almalısın. Buna ancak Ali izin verebilir." dediğinizde, Ali'nin alanındaki arabanın hakimiyetini Ali'ye teslim etmiş olursunuz. Bu arada çocuklara "ödünç alma" kavramını edindirmiş olursunuz. 

Burada Ali'nin ödünç vermek ile ilgili bir karar vermesini kolaylaştırmak için saati kullanabilirsiniz. Ali'ye "İstersen şimdi araban ile sen oyna. Sonra saatin uzun çubuğu buraya geldiğinde Mehmet'e ver, sonra uzun çubuk buraya geldiğinde de Mehmet geri sana versin. Ne dersin?" diyerek, ödünç almanın somut karşılığını da göstermiş olursunuz. Eğer Ali bu fikre olumlu yaklaşırsa, "İstersen saat oraya geldiğinde Mehmet sana hatırlatsın mı?" diyerek Mehmet'in o süreyi beklemesini de kolaylaştırmış olabilirsiniz. Sonra da Mehmet oynarken Ali ona hatırlatabilir saati. 

Böylece her ikisinin de emin olabileceği bir çözüm sunmuş olabilirsiniz. Bununla birlikte Ali gene de paylaşmaya yanaşmayabilir. Buna da saygı duyarak Mehmet'e "Mehmet, sanırım Ali şu anda bu oyuncağı paylaşmak istemiyor. İstersen daha sonra tekrar sorabilirsin." dediğinizde, Ali, kendi alanının ve bu alana duyulan saygının farkına varmaya başlar. Bu konuda emniyette hissettiği kadar paylaşmaya yanaşacaktır İnşallah. 

Bu arada Ali ile Mehmet arasındaki diyalog, Mehmet'in oyuncağını Ali almak istediğinde de aynı şekilde geçmeli ki, herkes hem kendi alanından, hem de diğerinin alanından emin olabilsin... 

Bir kurgu ile aktaracağım derken fazla uzadı galiba :) 

Herkese ebeveynlik yolunda kolaylıklar dilerim :)  

19 Mart 2015 Perşembe

Kırılgan insan yetiştirmek

Bir günün öğleden sonraki saatlerinde, ziyarete gittiğimiz bir ilk ve orta okulun bahçesindeydik. Birkaç öğrenci, aldıkları atıştırmalık çerezleri kamelyadaki masada hem diğerlerine servis ediyor, hem de kendileri de bir yandan atıştırıyorlardı. 

Manzara çok hoşuma gitmişti. Hatta oracıkta benim de ağzıma birkaç atıştırma atasım gelmişti. Masaya yaklaştım. Bir tane de ben aldım. Sonra da masanın başında duran 10 yaşlarındaki kız öğrenciye seslendim: "Teşekkür ederim ikramınız için. Ne zamandır yememiştim. Çok güzel geldi açık havada." 

Bu sırada memnuniyetimi paylaşırken, masa başında bekleyen kızımızı da onurlandırdığımı düşünüyor ve kendi içimde bir memnuniyet yaşıyordum. Ancak yanıldığımı anlamam hiç uzun sürmedi. "Afedersiniz, size ikram etmedik galiba. Yani aslında ikram etmek isterdim ama sizi tanımadığım için birden bir şey söyleyemedim..." diye mahcubiyet ve açıklama cümleleri peş peşe sıralanmaya başladı. 

Ne olduğunu, neden açıklamalar geldiğini ilk anda anlayamasam da, kızcağızın hali de sözlerine eşlik edince, kendi yanılgımı fark ettim. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Kızcağız, benim onurlandırdığımı, değerli hissettirdiğimi düşündüğüm cümlelerimde, aslında gizli bir sitem olduğunu düşünmüş, aslında bu ifade ile "Bana ikram etmediniz ama ben kendim aldım işte..." diye sitem ettiğimi zannetmişti. 

Ne yapacağımı bilemedim. Elim ayağım birbirine karıştı. Bu, oradaki çocuğa yapmayı hiç istemediğim bir şeydi. Bu sefer ben açıklama yaptım: "Ben gerçekten de teşekkür etmek için teşekkür etmiştim. Başka bir şeyi kast etmemiştim. Hem zaten siz buraya bunları açarak herkesi davet etmiş olmuşsunuz. Sitem edilecek bir şey yok ki..." 

Bilmiyorum söylediklerim ile durumu toparlayabilmiş miydim ama daha fazla da diyecek bir şey bulacak halim kalmamıştı. 

İşte buyrun, kırılgan, incinmeye müsait, kendisine bir pay olarak değersizlik hissini biçmiş bir genç kız adayı... Nasıl bu hale gelmiş, şimdiye kadarki yaşam tecrübesinde neler yaşamış ki, en masum bir iltifat ve teşekkür cümlesine bile inanamıyor ve hatta o cümle ile aslında tam tersi bir mananın kastedildiğine kesin gözü ile bakıyor... 

Şimdi istediğiniz kadar söyleyin "İncinme, incinsen de incinme..." diye. Hayata zaten bir-sıfır yenik başlamış; hayata kırık ve incinmiş başlamış zaten... Yaşamı ne kadar olduğu gibi ve olduğu kadar görebilecek ki... Bir gün belki bir yuva kurduğunda, eşinin "Bu tablo neden yamuk duruyor?" sorusu ile dünyası başına yıkılacak, belki bir çocuğu olduğunda "Bu çocuk neden bana tükürüyor?" diye yaşamı kendine zehir edecek... 

İşte böylesi zamanlarda, insanın hiç bir şeyden dolayı değil, sadece insan olduğundan, sadece olduğu gibi olduğundan dolayı değerini hissettiren birilerine ne kadar da aç olduğumuz geliyor aklıma... 

Belki de işe başlayacağımız yer, kendimiz insanı öylece, her hali ile kabullenebilen biri olmak... Etiketlerinden, bize olan faydasından, şöyle veya böyle olduğundan dolayı değil; sadece var olduğundan, var edildiğinden dolayı değerli olduğunu hissetmek... 

5 Mart 2015 Perşembe

Çocuk ve Ses(sizlik)

Bugün etrafınızdakilere bir soracak olsanız, çocukların olduğu bir ortamın gürültülü ve karmakarışık olduğunu işitirsiniz. Birbirleri ile ettikleri kavgalar, oyuncak paylaşamama halleri, problemlerini ağlayarak çözmeye çalışmaları… Çocuklu bir ortam denildiğinde akla ilk gelen kareler bunlar olur.

Bir anne, bir arkadaşı ile iki çift laf edebilmek için çocuklarının okulda olduğu ya da uyuduğu saatleri değerlendirmek zorunda hissediyor. Huzur içinde geçirmek istediği birkaç saati planlarken ilk olarak çocuklarını nereye göndereceği veya çocukları ile kimin ilgileneceği konusuna çözüm bulmaya çalışıyor. Çünkü çocuk deyince, hayatımıza gürültü ve mızıltı katan bir varlık geliyor aklımıza.

Halbuki çocuklar sessizliğin, sakinliğin adeta bir müptelası olarak geliyorlar dünyaya. Yeni doğmuş bir bebek, bazen yanı başındaki birinin ufak bir kahkahasından bile ne kadar da rahatsız oluyor. Bir kalabalığın ya da yüksek sesli bir ortamın içine girdiklerinde tek yaptıkları oradan çıkabilmek için çırpınmak oluyor. Ve oradan uzaklaşması ile birlikte birden bire sakinleşiyor, tebessümünü saçmaya başlıyor etrafa.

Fakat zamanla büyüdükçe, büyürken bizden öğrendikleri ile değişmeye başlıyor. Mesela arkadaşları ya da kardeşi ile birlikte biraz coşup da sesini yükselttiğinde, onun sevinç dolu seslenişini bastıran tiz bir ses yükseliyor odanın kapısından: “Yeter artık, sessiz olun!”. Sessiz olmak için “bağıran” bir ses… Sessiz olmak için sessizliği iyice bozan bir ses… Çocuk o sırada kendisini bastıran sesin karşısında çaresizce sessizleşirken, bir problem çözme tekniği öğreniyor: Sesini yükseltirsen, sözünü geçirebilirsin! İşte bundan sonra bu tekniği kullanmaya başladığı için, o sırada sessizliği sağlamaya çalışan anne çocuğuna, sesini yükseltmenin nasıl işleri yoluna koyduğunu öğretmiş oluyor. Sessizliği değil, sesini yükselterek yanındakini bastırmayı öğretmiş oluyor.

Halbuki, tüm eğitim süreci için geçerli olduğu gibi, sessizlik ve sakinlik de ancak yaşanarak verilebilecek bir eğitimdir. Çocuğa sessiz olmasını söyleme şekli çok sessizce ve sakince olduğu takdirde gerçekten işe yarar. Çocuğun sakinliği, bizden kaynaklanıp çocuktan yansıyan bir hal olmalıdır. Dolayısıyla çocukların sessizlik eğitimi süreci, aslında başlarındaki yetişkinin kendini sessizleştirme ve sakinleştirme süreci ile başlar.

Yanındaki yetişkinin, adeta uyumakta olan bir bebeği uyandırmaktan korkarmışçasına sessiz ve hassas davranışları, çocuk için ilk örnek olur. Kapıları sessizce kapatan, adımlarını sessizce atmaya çalışan, tencerenin kapağını sessizce kapatmaya özen gösteren bir yetişkin, kendisine emanet edilen müstakbel yetişkin ile sessizlik eğitimine başlamış demektir.

Çocuklar, bizim bugün zannettiğimizin aksine, sessizliği öylesine benimsiyorlar ve öylesine sahip çıkıyorlar ki, fıtratlarında saklı olanın aslında böylesine bir sakinlik olduğunu biz yetişkinler de ancak sonradan sonraya anlayabiliyoruz. Yeter ki onlara, fıtratlarına yerleştirilmiş olan bu yönlerini yaşayabilecekleri bir ortam sunabilelim. Yeter ki bu ortamı sunmaya çalışırken ilk yaşayan bizler olabilelim… İşte o zaman çocukların tertemiz yaratılışlarından gelen yönleri ortaya çıkıp filizlendiğinde bize de örnek teşkil edecekler. Hatta sesimiz yükseldiğinde bizi uyaracaklar. Bir yemek sofrasında oturmaktayken sessizlik ve sakinlik içinde yemeğini kaşıklamanın tadına bir varınca, sonraki sefer gene o tadı arayacaklar.

Hatta sonra bir bakacağız, o sessizlik ortamında camın kenarına geçmiş uzun uzun yağmurun sesini dinliyor olacak o minik yürek. Ya da bir minik kuşun ötüşünün farkına varacak büründüğü sakinliğin içinde. Ya da etrafını kuşatan bir sessizliğin içinde, bizim o güne dek duymadığımız sesleri duyacak, bize de duyuracak...

Çocuklarımızı da içine sürüklediğimiz kendi iç karmaşamız ve sonrasında kendi hayatımızı kolaylaştırmak için onları alıştırmaya çalıştığımız gürültülü hayat, içlerindeki saklı “sessizlik sevdası” nın ortaya çıkmasına engel oluyor. Ama bir tattırabilirsek onlara sessizliğin ne olduğunu, sessizlik içinde duydukları ile bize öğretecekleri çok şey olacak… 

25 Ocak 2015 Pazar

Çocuk Para ile Terbiye Edilirse

Çocuklara, parayı sebep göstererek kimi davranışları kazandırma çabaları çoğu zaman istenmedik başka etkileri ortaya çıkartıyor.

Mesela "Çok harcama, paramız biter" ya da "Suyu çok akıtma, çok fatura gelir, paramız biter" gibi ifadeler, parayı ‘her an bitebilecek’ ve ‘bitmemesine uğraşılan’ bir değer gibi sunmuş oluyor çocuğa. Böylece para, sadece bir alışveriş aracı olmasına rağmen, bundan çok daha yüksek bir yer ve değer ediniyor çocuğun dünyasında.


Daha sonra bir gün çocuğunuzla birlikte birisine hediye alırken ya da evinize gelecek misafirler için alışveriş yaparken, çocuk kendi harcayamadığı parayı başkaları için de harcamak istemiyor. Dolayısıyla eve gelen misafir, hediye alınan diğer kişi, yardımda bulunulacak birisi, çocuğun harcayacağı paranın sarf edildiği yer olduğu için tehdit haline gelebiliyor. Hediyeleşme, yardım ve ikram konusunda çocuk tepkiselleşebiliyor.

Böyle tepkiselleşmiş bir çocuk, “cimri” diye etiketleniveriyor. “Paylaşmayı hiç bilmiyor, malı pek kıymetli…” diye haksızca yorumlanıyor.

Bazen böylesi bir durumda çocuğun hiç tepkiselleşmediği de olabiliyor. Eğer çocuk hiç tepkiselleşmiyorsa, bu durumu içinde bir değersizlik hissi olarak büyütüyor olmasına dikkat etmek gerekir sanırım. "Annem parayı bunlar için harcıyor; benim için harcamıyor." düşüncesi ile ruhunun yaralandığı bir yanılgıya düşebilir.

Aslında biz çocuğa parayı doğru kullanma becerisi kazandırmak için, onu hiç kaygılandırmayan bir yol da kullanabiliriz.

Örneğin beraberce bir karar alınarak ayda bir defa oyuncak alma günü belirlenebilir. O gün için bir fiyat sınırlaması da konulabilir. O gün gelmedikçe oyuncak alınmaz ama eğer çocuk isterse o gün yapılacak alışveriş için önceden mağazaya gidilip bakılabilir. Oyuncağa bakılır ama alınmamış olur. Sebebi para ile pulla ilgili değil, sadece oyuncak alma gününün gelmemiş olmasıdır.

Eğer çocuğun istekleri ‘abur cubur’ cinsinden ise, haftada bir defa alışveriş günü belirlenip kendisine "bir tane şey" alması ile ilgili konuşulabilir. İstediği şeyi seçip bir tane alabilir. Daha fazla istediğinde gene para pul meselesine girmeden "Bir tane alıyoruz, hangisini almak istersin?" diye bir tane almak konusunda kararlı tutum sergilenebilir.

Bu arada istediği şeyi almak konusunda da sınır çizilebilir. Örneğin cips, jelli şekerlemeler gibi şeylerin içinde bize zarar verebilecek maddelerin olduğu söylenip, bunların tüketimi azaltılarak alternatif yiyecekler bulunabilir. Mesela kuru yemiş, cevizli sucuk, badem şekeri gibi daha sağlıklı tercihler yapması konusunda rehberlik edilebilir. 

9 Ocak 2015 Cuma

Aile Toplantısı

Annesiniz; her sabah eşinizi işine, çocuklarınızı okullarına gönderip, onların ardından kahvaltı sofrasını, yataklarını, masalarını, kıyafetlerini topluyorsunuz. Artık canınıza tak etmek üzere. Bir yandan işinizi yapıyor, bir yandan da “Hepsi de kocaman oldular, artık şu işlerini kendileri yapsalar olmuyor mu sanki? Beş dakikalarını alır çıkarttıklarını dolaplarına koymak, yataklarını toplamak… Nasıl öğreteceğim ben bu çocuklara bilmem…” diye kendi kendinize yakınıyorsunuz.
Kitap okumayı seviyorsunuz. Ama yeterince okuyamıyorsunuz. Hiç olmazsa çocuklarınız okumayı alışkanlık haline getirsinler diye sürekli onlara ilgilerini çekecek kitaplar alıyor, hatırlatmada bulunuyorsunuz.  Fakat çocuklarınız için televizyon seyretmek ya da bilgisayarla oynamak çok daha cazip geliyor. “Evladım, biz okuyamadık, siz bari okuyun, sizin iyiliğiniz için söylüyorum…” diyorsunuz ama bir kulaktan girip diğerinden çıktığı hemen belli oluyor.
Eğer siz de bunlara benzer dertlerle dertlenmişseniz, sakın çaresi olmayan bir sorunla karşı karşıya kaldığınızı zannetmeyin. Çünkü içinize su serpecek bir önerimiz var: Aile toplantıları.


Aile toplantısı nedir?
Ailenin 7 yaş ve üzerindeki tüm bireylerinin katıldığı, düşüncelerini rahatlıkla söylediği, ailece kararların alındığı ve alınan kararların ne kadar uygulandığının birlikte konuşulduğu bir toplantı şeklidir. Hayatınızda katıldığınız en önemli toplantı hangisi ise, en az onun kadar önemlidir, en az onun kadar aksatılmaması, en az onun kadar ciddiye alınması gerekir.
Aile toplantılarına nasıl başlanır?    
Aile toplantılarına başlamak için gerekli tek şey aile fertlerinin bir arada olmasıdır. Bu şart sağlandıktan sonra, ne çocukları artık çok büyümüş bir ailenin geç kaldığından bahsedilebilir, ne de yeni evli bir çift için çok erken olduğundan.
Toplantılara başlangıç olarak, toplantının gününü ve saatini herkesin rahatça katılımını sağlayacak şekilde ayarlamak üzere bir araya gelinebilir. Sonraki hafta, tüm bireyler kendini belirlenen gün ve saate uydurma çabası gösterir. Baba işlerini ve diğer toplantılarını ona göre ayarlar, anne evin günlük düzenini toplantıya göre şekillendirir, çocuklar ödevlerini, sosyal aktivitelerini toplantıya göre planlar. Herkes birbirinden emindir; o gün, o saatte, herkes o masanın başında olacaktır.
Aile toplantısının ilkeleri nelerdir?
Toplantı sırasında dışarı ile bütün irtibat kesilmelidir. Cep telefonları, ev telefonu kapatılmalı ya da bir kenara bırakılıp sessize alınmalıdır. Kapı zilinin bile çalmaması için gerekirse kapıya bir not bırakılmalıdır. Televizyon veya bilgisayar açık olmamalıdır. Bir süre sonra sosyal çevremiz bile bu saatte aradıklarında cevap verilmeyeceğini, kapımızı çaldıklarında açılmayacağını öğrenmiş olması gerekir.
Toplantının otoritesi babadır. Toplantı baba tarafından başlatılır ve şekillendirilir. Alınan kararlar ise aile fertlerinden biri tarafından açık ve net bir şekilde not alınır.
Toplantıda herkes olduğu gibi kabullenilir. Kimse söylediklerinden dolayı yargılanmaz, küçümsenmez, her düşünce önemsenir. Böylece aradaki yaş farkından dolayı konuşulamayan ya da geleneksel saygı perdesi ardında dile getirilemeyen düşünceler, artık yeni bir saygı anlayışı çerçevesinde paylaşılmaya başlanır.
Toplantıda kararların alınması
Aile, kararlarını alırken oylama yöntemini benimsememelidir. Çoğunluğun kabulü ile karar alındığında, azınlıkta olan grubun düşünceleri hiçe sayılmış olur. Bu yüzden her bir aile ferdinin kabul etmiş olduğu bir düşünce “karar” olarak alınabilir. Bir kişi bile katılmıyorsa, onun da katılabileceği bir çözüm üretilmeden karar alınamaz. Bu konuda aile reisi kararları, herkesin tereddütsüz olarak kabullenebileceği bir kıvama getirmekle yükümlüdür. Böylelikle çocuk aynı zamanda, aile içinde karşılaşılan sorunların çözümünde anne babanın nasıl davrandığını görerek kendi problem çözme yeteneğini geliştirir.
Kararlar alınırken adaletli davranılmalıdır. Örneğin toplantıda, çocukların ders çalışma saatleri konu edilirken, lise öğrencisi bir talebe ile ilkokul öğrencisi ve hatta hâlâ bir oyun çocuğu olan bir talebenin ders çalışma saatleri eşit tutulmamalı, herkesin ihtiyacına göre, olması gerektiği kadarı karara bağlanmalıdır. Adaletli olacağım derken eşit davranmak, adil kararlar almaktan alıkoyabilir.  
Toplantı sırasında ne anne ve baba, ne de ailenin başka bir ferdi baskın çıkmamalıdır. Birisi baskın olursa, diğeri ezilecek demektir. “Ben böyle dediğim için böyle olacak!” düşüncesi ile diğer bireylerin sorgulamalarının önüne bir set çekmiş olmak, aile toplantısının güvenilirliğini yıpratır. Herkes bir diğerinin soru ve sorgulamalarına açık olduğu gibi, kendisi de kafasına takılan her soru işaretini dile getirebilecek rahatlıkta olmalıdır.
Toplantıda hiç kimseye itirazlarından dolayı hesap sorulmamalıdır. Toplantı masası, sadece fikir alışverişinde bulunulan ve bu sayede ortak karara ulaşılmaya çalışılan bir yer olmalıdır.
 Kararların uygulanması
Aile toplantılarının en önemli özelliği, tüm bireylerce kabullenilmiş, içselleştirilmiş kararların alınmış olmasıdır. Bu yüzden bu toplantıda alınan kararlar büyük ölçüde hayata geçirilir. Toplantı sırasında tüm fertler her bir karar için ayrı ayrı düşüncelerini ortaya koyduklarından, kabul ettikleri bir karara sonradan uymamak gibi bir durum ortaya çıkmaz.
Bununla birlikte birçok aile toplantısının ardından alınan kimi kararlara uyulmadığı görülür. Bu durumda müdahalenin yapılacağı yer yine aile toplantısıdır. Sonraki toplantıya kadar anne ve baba “Acaba tam olarak oturmayan nedir ki kararımıza uyulmuyor?” sorusunu kendine sormalı, ona göre yeni bir bakış açısı ile aynı konuyu tekrar gündeme getirmelidir.
Toplantı masası, zorla uygulanacak kuralların dayatıldığı yer değil, herkesçe kabullenilip uygulanabilecek kararların alındığı bir yerdir.
Toplantı sonrası aile
Toplantıları olan bir ailede artık isteklerini, şikâyetlerini dile getirme yeri, toplantı masasıdır. Kardeşinin kendisini rahatsız etmesinden şikâyetçi olan abla, artık arkadaşları ile birlikte sinemaya gitmek isteyen abi, her kişinin damak zevkine göre yemek yapmaktan yorulmuş olan anne, herkesin yemek saatinde masanın başında olmasını isteyen baba, düşüncelerini tüm açıklığı ile dile getirmek için aile toplantısının gününü bekler. Çünkü toplantı sırasında alınan bir karar, herhangi bir zamanda ailenin herhangi bir bireyi ile konuşmak gibi olmaz. Herkes oradadır, herkesin aklına yatan bir yol bulunur, herkesçe kabul görür. Bu yüzden toplantıda alınan kararlar ailenin en güçlü, en sarsılmaz kararlarıdır. Böyle sarsılmaz bir karar mekanizması fark edildikçe, her sorun çözülmek üzere dört gözle toplantı saatini bekler.
Ailenin aldığı kararların sonraki günlerde uygulanmasında anne baş aktördür. Anne, alınan kararların hayata dökülmesinde “sadece” hatırlatmalarda bulunabilir ve fakat kararların uygulanmamasında zorlayıcı bir müdahalede bulunmaması gerekir. Aile toplantılarında alınan kararların uygulanmaması halinde bir sonraki toplantıda görüşme konuları arasında bu konu da anne tarafından not düşürülmelidir. 
Anne izlenimlerini aile reisi ile paylaşır. Aile reisi ise sonraki toplantıda bir haftayı tüm aile ile değerlendirir. Uyulmayan kararlar kimseyi kırmadan, suçlamadan tekrar gündeme getirilir; herkesin içine sindirebileceği, kabulleneceği bir kıvama getirilmeye çalışılır.
Yukarıda bahsettiklerimizden de yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki, aile toplantısının ruhu, ceza ile birilerini yola getirmeye asla uygun değildir. Ceza ile eğitmek zaten insanî bir eğitim yöntemi olmadığı gibi, toplantılarda da yanına yaklaşılmaması gereken bir yöntemdir.
Aile toplantısı neleri çözer? 
Konunun başından beri anne babaların kafasını kurcalayan ufak tefek sorunlardan bahsetmiş olsak da, aslında bu ufak tefek sorunların peşinden sürüklediği büyük problemler toplantı ile başından çözülmüş olur.
Örneğin dünyaya gelen her çocuğun büyüyüp de bir yetişkin olmaya doğru yol aldığı ergenlik çağı problemleri, aile toplantıları ile problem olmaktan çıkıp, çocuğunuzun kişiliğinin gelişimini seyretme keyfine dönüşür.
Aile toplantıları, tüm fertlerin kendilerini endişelerinden sıyrılmış olarak ifade ettikleri yer olduğu için, aile içi iletişimi güçlendirir ve sağlam bir zemine oturtur. Gerek eşler arası, gerek çocuklar arası, gerekse de ebeveynler ile evlatlar arası problemlerin kökeninde yatan asıl nedenin iletişim eksikliği olduğu hatırlanırsa, bu toplantıların nelere deva olduğu çok genişçe bir yelpazede görülebilir.
Hayatın hiçbir dönemi sorunsuz, yani imtihansız geçmez. Ancak sağlıklı bir iletişime zemin hazırlayan toplantılarda sorunlar gündeme getirilip ortak çözüm önerileri konuşuldukça karşımıza bambaşka bir manzara çıkar: Bir bakarsınız ki, ”Nereden geldi şimdi bu başımıza!“ dediğiniz bir problem, aileniz ile muhabbet bağlarınızı güçlendiren bir vesileye dönüşüverir. Böylece toplantılar, aileyi hayatın tüm imtihanları karşısında dimdik bir arada tutan ve hayatın her haline tebessüm ettiren bir sonuç vermiş olur.
Böylece aile, aile olduğunu hissetmeye başlar. Anne anneliğini, baba babalığını, evlatlar ise şefkatli bir anne ile her şartta arkalarında duracak merhametli bir babanın kanatları altında, onlara evlat oluşlarını keyifle yaşamaya başlar.
Bu arada toplantı sırasında anne ve babasının problemlerini nasıl çözdüğünü izleyerek büyüyen bir çocuk, farkında olmaksızın bir yetenek geliştirmiş olur: Problem çözme yeteneği. Küçük yaşlarından itibaren bunu kullanmaya başlayan çocuk, ileriki yaşlarında da bu özelliği sayesinde problem çıkmasından korkmayan, hayata cesurca atılan bir yetişkin olmaya adaydır. 
Çoğunlukla ebeveynlerin en büyük gayelerinden biri olan manevî ve kültürel değerlerin sonraki kuşağa aktarma düşüncesi de bu toplantılar ile gerçekleşir. Çocuklar anne ve babasını benimsedikçe, onlara ait olan değerleri de benimser. Bu sayede ”Çocuklarıma dinî vecibeleri nasıl yerine getirteceğim” diye kara kara düşünen ebeveynler için aile toplantıları güzel bir zemin oluşturur.
“Çağımız insanının en yapamadığı şey nedir?” diye bir sorsak, alacağımız cevap muhtemelen “Özür dilemek” olacaktır. Belki işyerindeki patronundan, okuldaki müdüründen, öğretmeninden özür dileyebilirken, en yakınındaki anne babasından, ya da ciğerparesi evladından özür dileyemeyen birçok insan vardır. Hâlbuki hatasız olamayacağımıza göre, o halde özür dilemeksizin devam edemeyiz hayatımıza. İşte her bireyin tüm hatasıyla, geçmişte yaptığı tüm yanlışlarıyla olduğu gibi kabullenildiği aile toplantıları, birbirimize borçlu olduğumuz özrü dilemek için uygun ortamı sağlar.
Aile toplantısı ne değildir?
- Çocukların yargılandığı bir mahkeme değildir. Çocuklar, yanında büyüdükleri yetişkinlerin aynası olduklarından, belki onlardaki hatalara bakıp kendimizi yargılayacağımız bir yerdir.
- Babanın otoritesinin sarsıldığı yer değildir. Baba otoritesinin sevgi ve muhabbete dayanan çok daha sağlam bir zemine oturduğu yerdir.
- Ailede güçlü olan bireyin güç gösterisinde bulunduğu, istediği kararları zorla uygulattıracağı bir yer değildir.
- Aile içi saygının kaybedildiği bir yer değildir. Belki o zamana kadar asla dile getirilememiş konuları saygı çerçevesinde anlatabilmenin ve dinleyebilmenin öğrenildiği yerdir.
- İsteklerini kabul ettirme ve dayatma makamı değildir. Aile toplantısı, ailenin bir ferdinin, diğer fertleri de düşünerek, onları rahatsız etmeyecek, ürkütmeyecek taleplerde bulunmasını sağlar.
- Aile içinde aile sisteminin nasıl işlediği, problemlerin nasıl çözüldüğünün bizzat yaşanarak çocukların gelişim dönemine katkı sağlayan en önemli mekanizmadır.

Aile toplantısını sarsmak mı istiyorsunuz?
- Bu hafta toplantınızı yapın ve bir dahaki hafta “Aman bu hafta da yapmayıverelim” deyin.
- Aldığınız kararlara aykırı davranan ilk kişi siz olun.
- Toplantı sırasında çocuğunuz konuşurken sizin bir kulağınız telefonda, bir gözünüz televizyonda olsun.
- Sizin bir teklifinizi ailenizin diğer fertleri kabul etmediğinde “Ben böyle istiyorum ve olacak!” diye sertçe bir çıkış yapın.
- Size toplantıdan sonra hatırlatılan bir kararı önemsemeyip dinlemeyin ve geçin.   


(Bu yazı, Moral Dünyası Dergisi Temmuz/2010 sayısında yayımlanmıştır.)

16 Kasım 2014 Pazar

Öğrenciye bakışın eğitime etkisi: Eğitimde Plasebo Etkisi

Plasebo etkisi, ilaçlar ile ilgili bir çalışmada yapılan bir deneyin sonucu olarak ortaya çıkmış. Bir grup hastaya, farmakolojik olarak etkisi olmayan bir ilaç verilmiş ve bunun hastalığı için çok iyi geleceğine dair telkinde bulunulmuş. Diğer bir gruba da gerçek ilaç verilerek tedavisine devam edilmiş. Tedavi sürecinin sonunda, iki grubun da iyileşme gösterdiği kaydedilmiş. 

Plasebo etkisi gösteriyor ki, aslında içtiğiniz şeyin tıbbi olarak hiç bir etkisi olmasa da, sizi iyi edeceğine inanıyorsanız, iyileşme ihtimaliniz çok yüksek. Ne içtiğiniz değil, neye inandığınız önemli yani... 

Plasebo etkisini, insan insana ilişkilerimize uyarlayacak olsak, sanırım ilişkilerimizdeki pek çok problemin kaynağını görmüş oluruz: İnsana inanmıyoruz... İnsanın iyi olduğuna inancımız kalmadığı için, ne kadar çözümüne uğraşmış olsak da çözülemeyen problemler içinde boğuluyoruz. 

Kaliforniya'da yapılan bir deney ise, adeta Plasebo etkisinin öğretmen-öğrenci ilişkisine yansımış halini akla getiriyor. 



Bir ilkokuldaki tüm öğrencilere senenin başında IQ testi yapılıyor. Testin sonucu öğretmenlerle açıklanmıyor. Ancak bir sınıfa aslında kura ile rastgele seçilmiş öğrenciler toplanmış olmasına rağmen, o sınıfta IQ düzeyi en yüksek olan öğrencilerin toplandığı söyleniyor. Bir senelik eğitim yılının sonunda, aynı test tekrar uygulanıyor ve bu sefer gerçekten bu grupta IQ düzeyinin diğerlerinden oldukça yüksek olduğu ortaya çıkıyor. Hatta sınıfların yaş grubu küçüldükçe, daha da fazla IQ farkı olduğu görülüyor. 

Bu deney gösteriyor ki, öğretmenin öğrenciye inancı, yapabileceğine inancı, öğrencinin öğrenme sürecini olumlu etkiliyor. Bununla birlikte, karşısındaki çocuktan umudunu kesmiş bir yetişkin de, olumsuz etki oluşturuyor. Özellikle de erken çocukluk döneminde... 

Hal böyle olunca, özellikle de çocuk eğitimindeki problemlere bir baktığımız zaman, kökenin kendimiz olduğuna şahit oluyoruz. 

Çocuk yemeğini bir türlü kendisi yemeyi öğrenemedi. Peki sen hiç inandın mı onun kendi başına yiyebileceğine?

Çocuk bir türlü ödevlerini kendi başına yapamadı. Peki sen hiç güvendin mi kendi başına ödevini yapabileceğine? 

Çocuk kardeşi ile sürekli kavga ediyor, bir türlü iyi geçinemiyor. Peki sen hiç inandın mı aslında kardeşini kayıtsız şartsız seviyor olduğuna, ona zarar vermeyeceğine? 

Acaba biz insana inancımızı nerede kaybettik? Nerede kaybettiysek, işte orada başlamış bizim problemlerimiz... 


Konu ile ilgili bilgi için:

http://www.amazon.co.uk/Pygmalion-Classroom-pectation-Intellectual-Development/dp/1904424066

http://en.wikipedia.org/wiki/Pygmalion_effect#Rosenthal.E2.80.93Jacobson_study

28 Eylül 2014 Pazar

Mahcup olmayışın, mahcup ediyor Hocam!

İkinci sınıfa giden bir kız çocuğu... Birinci sınıfta öğrenmiş "bitişik el yazısı" ile yazmayı. Annesine, babasına ufak notlar hazırlarken de bu yazıyı kullanmış, kuzeni için bir tebrik kartı hazırlarken de... Yazabiliyor ve yazabiliyor olmanın, bunu başarabilmiş olmanın hazzını yaşıyor. 

İkinci sınıftaki öğretmen değişikliği ile, yeni öğretmeni ile tanışıyor. Okulun ikinci haftasında, bir akşam annesi ile arasında bir diyalog geçiyor.

Çocuk: "Öğretmenim yazımı okuyamıyormuş." 

Anne, şaşkın ve ne diyeceğini bilemez vaziyette...   

Anne: "Sadece senin yazını mı okuyamadı?"  

Çocuk: "Evet, sadece bana söyledi." 

Kısa bir sessizlikten sonra

Çocuk: "Ne biçim öğretmen olmuş! Benim yazımı bile okuyamıyor!" diye yorumluyor öğretmeni ile arasındaki geçen diyaloğu. 

Aradan birkaç gün geçiyor. Anne, çocuğunun okuma ve yazma ile ilgili merakının, yetersizlik hissi ile kaybolmasından endişe duyuyor. Kızına tekrar soruyor: "Bugün öğretmenin yazını okuyabildi mi?" 

Küçük kız, mahcubiyet yüklü bir bakış ile başını annesine doğru çeviriyor. Cevap veriyor: "Bugün öğretmenim 'Yazın çok çirkin' dedi ve bunu söylerken hiç utanmadı..." 

Çocuğun o sırada duyduğu mahcubiyetin sebebi mahcup edilmiş olması değil, karşısındaki yetişkinin "mahcup olamayan hali"  idi.

Ne garip... Çocuğa değersizce ve duyarsızca muamele ediyorsun; çocuk ise sanki birisinini bir ayıbını görmüş de onu mahcup etmemek için başını çeviren bir kişi gibi mahcubiyet içinde kalıyor... 

Çocuğun ruhunda farkında varamadığımız ne derin bir olgunluk var... Çocukluğunu yitirmiş yetişkinlerde ise, farkına varamadığımız ne garip bir çocuksu hal var...  

12 Eylül 2014 Cuma

Koş evladım, koş!

Geçtiğimiz haftalarda bir okulun öğretmenlerine düzenlediği seminerin çay arasında, ikinci kez emekli olacak kadar mesleğine emek vermiş değerli bir hocam ile tanıştım. Beyefendi, ilköğretim sınıf öğretmeni olarak görevine devam ediyordu. Seminer sırasında çocuklara duyarlı yaklaşımdan bahsedince çay arasında bu konuya dair birkaç kelam etmek istemiş, bir araya geldik.

Bugünkü sistemin bütün sorununun, çocukları yarış atına çevirmiş olmaktan kaynaklandığını konuşuyorduk. O sırada bir başkası emektar hocaya sordu: “Hocam, siz 70 kişilik sınıflar okuttunuz mu?” Hemen şu cevap geldi: “Tabi canım… Aslında çok çocuğu okutmak kolay, az çocuk ile ilgilenmek zordur. O kadar çocuğun içinden kimileri çabucak öğrenirdi mesela. O çocuğu alır, henüz öğrenememiş iki çocuğun arasına oturturdum. Öğrenen çocuk, yanındakilere öğretirken bir yandan da kendisi pekiştirirdi.”


Bugün böyle bir durum karşısındaki velileri hayal ettim. Hayalimi basan serzenişler yükseldi velilerden: “Hocam bizim çocuk ilerleyemiyor, sınıfın ilerisinde gidiyor. Ama sınıftaki diğer çocuklara takılıyor…”

Sonra velilerin bu taleplerinden dolayı daha birinci sınıf itibariyle öğrencileri “seviyelerine göre ayırma” çabasına giren okullar aklıma geldi.

Hatta okul öncesi dönemleri de kaplayan bir kaygı hakim  anne-babaların beklentilerine. Çocuğunun, kendisinden bir yaş - iki yaş daha küçük çocuk ile aynı ortamı paylaşacağını duyan ebeveynler, küçük çocuklardan dolayı kendi çocuğunun gelişiminin sekteye uğrayacağı kaygısını taşıyor.

Çocuklar şimdilerde bir yarışın tam da ortasına düşerek geliyorlar dünyaya. Sürekli daha iyisi ile kıyaslanarak, başlangıçta daha hızlı kilo alan, boyu uzayanlar ile, sonrasında daha önce konuşanlar ile, sonra okul başarısı ile hep kıyaslayarak giden, hep öndekini kovalamak zorunda bırakan bir yarışın tam da göbeğine düşüyorlar daha hayatlarının ilk yıllarında…
Bu kaygıların sonucu olarak etrafındaki herkes çocuğun gelişimini tehdit eden unsurlara dönüşürken, çocuk bireyselleşiyor. Olanca insanın içinde yapayalnız kalıyor. Her zaman tek başına en önde olması gerektiği için, arkasına bakarsa yarıştaki hızı düşeceği için, önündeki herkes onun için birer tehditten ibaret olduğu için tek başına kalakalıyor hayatın orta yerinde…

Çocukları yarıştıracağız diye, ne kadar da insanî metodları yakın geçmişimize gömmek zorunda kalmışız. Yukarıda bahsettiğim değerli hocamın öğrencileri arasında kurduğu ilişki, kollektif şuura sahip, etrafındaki her kimseyi olduğu gibi kabullenebilen, etrafının ihtiyaçlarını tehdit zannetmekten uzak nesillerin yetişmesi için ne kadar güzel bir zemin oluşturuyor.
       
İnsanın, yarışmadığı taktirde atıl kalacağını zannetmek ne talihsiz bir yanılgı…

Halbuki bilimsel bir devrimin mimarı olan Einstein kiminle yarışarak yaptı bu devrimi? Onunla yarışabilecek kapasitede bir çağdaşı var mıydı?

Yüzyıllar öncesinden tüm insanlığa seslenebilecek kadar güçlü sesleri olan Mevlana ve Yunus Emre hazretleri, kiminle yarışıyordu bu hale gelmek için?

Her biri birer yıldız gibi olan sahabe efendilerimizin hangisi diğeri ile kıyaslandı, hangisi diğerini geçmek, öbürünü geride bırakmak dürtüsü ile bugün rehber edindiğimiz önderler oldular ki?

Bediüzzaman Hazretleri bugün tefekkür ufkumuzu açan eserlerini yazarken kiminle yarış halindeydi? Var mıydı onunla aynı kulvarda yarışabilecek birisi?

Yanılıyoruz… Yarışacağı kimsesi olmayan bir çocuğun zihinsel ve ruhsal gelişiminden duyduğumuz endişe kadar yanılıyoruz…


Çünkü insan, aklî, kalbî, vicdanî melekeleri harekete geçirilerek inkişaf eder, tekamül eder. Bu da sükunet içinde geçirilmesi gereken ruhsal bir süreçtir. Çocuğu yarıştırmak ise, bu sürecin olmazsa olmazı olan sükuneti baltalamaktan ibarettir.

Erkek gibi kız ol; Kız gibi erkek olma!

Her kız çocuğu, ruhundaki letafet ve zerafet ile geliyor dünyaya. Anne-babasının süsü gibi, her hali ile cilvelerini saçıyor etrafa. Ruhundaki incelikler ile bir yetişkin hanımefendi olduğunda, eşinin yanında duyarlı bir hayat arkadaşı, çocuklarının başında şefkatli bir emanetçi olarak bulunması için gereken donanımı kazanmış oluyor.

Lakin yaşaması ayrı, uzaktan izlemesi ayrı bir keyif olan bu süreç, nedense korkutuyor anne-babaları. Sanki kız çocuğunun ruhundan görünüşüne, duruşuna, giyinmesine kadar yansıyan letafet ve zerafet halleri, kaygı uyandırıyor.

Örneğin her kız çocuğu biraz kendini fark etmeye başladığı hayatının ilk yıllarında, giyim kuşamında uyumlu olmaya, her adımını attığında fırıl fırıl eden etekler giyinmeye, aynanın karşısında saçına başına özen göstermeye, annesinin süslü püslü terliklerini giymeye meylediyor.

Gelin görün ki, bir kız çocuğu ruhunun yansıması olan bu haller, yetişkinlerde uyanan kaygı ile darbeler almaya başlıyor. Aman kız çocuğunu koruyacağız diye, aman bir tarafı dışarıdan görünmesin diye, etek giymek için can atan çocuk pantolon giymeye zorlanıyor. Pantolon ile bir erkek gibi rahat rahat her türlü oturup kalkabileceği düşüncesi ile çocuğun iyiliği için bir tercih yapılıyor belki. Ama bir erkek gibi değil, ancak bir kız çocuğu gibi giyinerek zerafet içinde oturup kalkmayı öğrenecek olan minik hanımefendinin tam da bunu öğreneceği ortam alt üst edilmiş oluyor.

Ergenlik döneminde kızının artık bir kız gibi giyinmesinde hassasiyet göstermeye başlayan aileler, kıyafetlerinde, oturuşunda, yürüyüşünde erkekleşmiş kızlarının eteği reddetmesi ile karşı karşıya kalıyor. Çocukluk yıllarında fıtrîliğin kolaylığı içinde edinilecek alışkanlık, ergenlik döneminde zorla kazanılabiliyor.

Başka bir noktada ise, kız çocuklarının da tıpkı bir erkek gibi her işini kendi başına halleden, hayatı kendi başına kotaran bireyler olması için sarf edilen çaba ile karşılaşıyoruz. Kızımız kimseye muhtaç olmasın, kendi ayakları üzerinde dursun diye gayret edilirken gene o hassas ruh, hassas mizacı ile ters düşerek hayatı her hali ile göğüsleyecek bir gücü kendinde bulmak için erkekleşmeye başlıyor.


Belki bir kız çocuğunun tam da fıtratından git gide uzaklaşmakta olduğu bu sırada etraftan yükselen alkışlar, fıtrat ekseninden bambaşka bir beklentiyi dile getiriyor: “Erkek gibi kız Maşallah!”

Erkek gibi kızımız, kendi mesleğini ediniyor, hırsla basamakları zorluyor, ekonomik özgürlüğü eline alıyor. Kimseye muhtaç olmamanın tadını çıkartıyor. Ta ki bir erkek ile hayatını birleştirip, iki kişi bir hayatı yaşamaya başlayana kadar… Sivrilen tarafları etrafına zarar vermeye başlıyor. Kimi zaman eşinden daha iyi kazandığı para, kimi zaman eşinden daha iyi becerdiği işler, kimi zaman otoriteyi elinde tutma çabaları, bir erkeğin ruhuna balyoz darbeleri gibi iniyor. Ve artık ortada ne hassasiyet ve letafeti ile kol kanat gerilecek bir hanımefendi, ne de bir hanımefendiye sahip çıkacak,  maddi ve manevi tehlikelerden onu koruyup kollayacak bir beyefendi kalmış oluyor.

Genç bir hanımefendiye şefkatini doyasıya yaşayacağı anneliğin keyfini yaşatacak olan çocuk dünyaya geldiğinde ise, bu keyfi yaşamak şöyle dursun, yapmayı düşündüğü şeylerden annesini alıkoyan, alışageldiği düzeni alt üst eden bir engel ile karşılaştığını sanıyor genç kız. 

Halbuki hassasiyetini yitirmemiş, ruhunda şefkat melekelerinin filizlenmesine izin verilmiş bir kız çocuğu da, hayatta dimdik durabilir ayakta; arkasında eşi, kucağında yavruları ile.
İnce fikirliliğin, hassasiyetin bir zayıflık göstergesi olarak kabul edilmesinden olsa gerek, hassas bir ruhu olan erkek çocuklarının “kız gibi erkek” olmasından korkulurken, latif ruhlu kız çocuklarının “erkek gibi kız” olması ile gurur duyulur oldu.


Bu yanılgı ile ortaya çıkan trajedide ise, anneliğini yapamayan anneler, eşine eş olmayı beceremeyen hanımefendiler; erkekliği elden bırakmayan kızlar rol alıyor. 

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir etiketlenmiş çocuk hikayesi

O sabah gene erkenden uyanmıştı. Evde herkes derin bir uykudayken, onun içi içine sığmıyordu. Güneşin pırıltısının perdenin arasından içeri sızıntıları, heyecanla yerinden fırlamasına yetiyordu. “Yaşasın, gün başlıyor!” dercesine üzerindeki battaniyeden sıyrılıp kalktı ve pencereye koştu. Yüzünde uyku mahmurluğundan hiçbir eser olmayışı, sanki saatlerdir uyanık zannettirecek kadar yanıltabiliyordu karşısındaki kişiyi. Ama onun mahmurluk için zamanı yoktu, hayat başlamıştı, hemen katılmalıydı.

Dış kapıyı açtığında yüzüne vuran güneşin sıcaklığıyla esen sabah rüzgârının serinliği birbirine karışarak okşuyordu tenini. Bahçedeki her şeyin de aynı hissettiğini düşündü. Otlar, kenarda yığılmış odunlar, dut ağacının gövdesi, dalları, yaprakları, ortadaki su birikintisi, taşlar… Gözlerini kapattı, rüzgârın ve güneşin hepsine de tıpkı onun yüzündeki gibi dokunuşunu hissetti. Kendini onlardan, onları kendinden hissetti ve önce hangisine koşacağına karar verecek zamanı yokmuşçasına heyecanla aralarına karışmak istedi.



Kesilerek istif edilmeyi bekleyen odunların arasında her zaman gözünün kaldığı, düzgün, ince, uzun bir sopa olurdu ama annesi almasına hiç izin vermezdi. “Kardeşine vurursun, gözüne başına gelir, camı kırarsın…” gibi bir yığın bahane öne sürerdi. Şimdi tam da o sopayı bulma zamanıydı.

Fazla uzun sürmedi. Elinde kendi boyundan daha uzun, neredeyse pütürsüz, ince ama sağlam bir dal vardı. Tam da izlediği filmdeki kılıç ustasının yaptığı kılıcı son kez parmaklarıyla kontrol eden edasıyla sopasını parmaklarıyla yavaşça sıvazlıyordu. İyi bir seçim yaptığına karar verdi. Savaşa hazırdı artık. Kılıcını etrafına savurmaya, düşmanları tek tek devirmeye başlamıştı bile.

Hayalindeki savaşın yenilmez kahramanı olarak mücadelesine devam ederken, ortadaki su birikintisine indirdiği darbe ile etrafa saçılan çamurlu su dikkatini çekti. Bir daha vurdu, nasıl da çamur rengi su damlacıkları savruluyordu etrafa. Daha hızlı vurdu; daha fazla damlacık, daha uzak mesafelere kadar sıçrıyordu. Kahraman savaşçı daha da hızlı bir darbe indirdiğinde, artık damlacıkların kimisi de yukarı doğru fırlıyordu ki, tiz bir ses geldi pencereden: “Hakan! Ne yapıyorsun oğlum sen sabahın köründe dışarıda? Ne o üstün başın öyle? Nasıl becerdin böyle çamura bulanmayı oğlum? Bu soğukta bir de pijamayla çıkmışsın dışarı. Hastalanıp başıma iş açacaksın! Gir çabuk içeri! Kapının önünde bekle beni, batırma ortalığı da!”

Annesinin bu ses tonuna alışmıştı. Ne zaman bir şeylerle uğraşmaya dalsa, annesi bu sesiyle girerdi hayalleri ile Hakan’ın arasına. Bir yandan annesi üzerini değiştirirken bir yandan söylenmeye devam ediyordu: “Ne işin var erkenden kalkıyorsun ki? Hadi kalktın, bari otur da dersine çalış, kitap oku!”

Annesinin serzenişleri Hakan’ın algılarını aşıyordu. Neden kitap okuması gerekiyordu ki? Okumasının hızlanması içinmiş. Peki hızlı okumak yerine hızlı koşsa olmaz mıydı? Ya da ağaca daha hızlı tırmansaydı mesela? Ders çalışması gerektiğini annesi hatırlatıp duruyordu. O da annesi üzülmesin diye çalışmaya çabalıyordu aslında. Ama ders kitabından yazılı olanlar, öğretmenin anlattıkları… Bir türlü aralarında bir ilişki kuramıyor, sonunda kendisini defteri ve kitabının başında, kalemine akrobatik hareketler yaptırırken buluyordu.

Söylene söylene Hakan’ı üzerindeki çamurlu kıyafetlerinden arındırdı, formasını giydirerek okula hazır hale getirdi annesi. Kahvaltısını yaptıktan sonra montunu giyip çantasını sırtına atınca, her zaman yaptığı şeyi yaptı. Annesini sımsıkı kucaklayıp onun sıcaklığını en içinde duymaya çalışırcasına içine soludu. Ve okul yoluna düştü.

Hakan öğretmeninden memnundu. Çünkü yan sınıfın öğretmeni gibi cetvelin yan tarafını avucunun içine vurmuyordu ödev yapmadığı zamanlarda. Ama gene de öğretmeninden korkuyor, çekiniyordu. Bir şeyi bilemedikleri, anlayamadıkları zaman sinirleniyordu çünkü. Yüzü değişiyordu, başka birisi oluyordu sanki. Anlayamamalarına anlam veremiyor, tekrar tekrar aynı şeyleri anlatıp duruyordu. Sonra tekrar aynı soruyu soruyordu. İşte o zaman neyse ki sınıftan birkaç kişi doğru cevabı veriyor ve diğerlerini kurtarmış oluyordu. Hakan da işte tam o zaman rahat bir nefes alabiliyordu.

O gün ilk dersleri matematikti. Birkaç gündür bölme işlemini işliyorlardı. Artık bu işlemle ilgili alıştırma yapma zamanı gelmişti. Ve ilk soru geldi: “12 bölü 3 kaç eder?” Hakan derste duyduklarından yola çıkarak bölme işlemini “bölüştürme”ye benzetmişti. Tam 12’yi 3 kişiye bölüştürmeye çalışıyordu ki, öğretmeni seslendi: “Hakan, sen söyle bakalım.” Hakan heyecanlansa da zihninde canlanan bölüştürmeden güven alıyordu, bulabilecekti cevabı. “Öğretmenin, bölüştüreceğim di mi?” diye sordu güvenle. Anladığının işareti idi bu, korkmuyordu bu yüzden. Ama sorusunun üzerine sınıfta bir kahkaha koptu. Öğretmeni sinirlenmeye başlamıştı. Önce sınıfı susturdu, sonra Hakan’a yöneldi:  “Bölme oğlum bölme! 12’yi 3’e böleceksin!”

Demek ki bölüştürme değildi. Acaba paylaştırma mı demeliydi? Ama bunu da sorarsa daha da sinirlendirebilirdi. Kafası karışmaya başladı. O sırada öğretmeni değişen yüz ifadesiyle yardım etmeye çalıştı: “Çarpmanın tersini yapacaksın Hakan.” Nasıl tersten çarpılırdı ki? Acaba çarpışma gibi bir şeyin tersini mi kastediyordu. Kafası allak bullak olmuş, sınıftan kıkırtı sesleriyle iyice kaygılanmıştı. “Tamam, o zaman 6’yı 2’ye böl” dedi öğretmeni. Ama artık neyi düşüneceğini şaşırmıştı. Cevap veremiyordu. Öğretmeni daha da sinirli bir sesle, “Oğlum o zaman 4’ü 2’ye böl!” Verecek bir cevabı yoktu Hakan’ın. Öğretmeni “Otur!” diye bağırdı. “Boşuna mı boğaz patlatıyorum ben burada?” diye başlayan sözleriyle sınıfı sus pus etmişti.

Hakan ise yaşadığı mahcubiyeti taşımakta zorlanırken, ruhunu bu baskıdan kurtarabilecek bir şeylere sığınma ihtiyacı içine girmişti. Tahtanın üzerinde asılı duran İstiklal Marşı panosunun üzerindeki cam kaplamada yansıyan manzara bir an dikkatini çekti. Dışarıdaki bulutlar aynen burada da görünüyordu. Sağa ve sola kıpırdadıkça camda yansıyan manzara değişiyordu. Yoksa dışarıdaki her şeyin bir yansıma görüntüsü de bu camda mıydı? Olabilir miydi her şeyin bu küçücük panodan görülmesi? Hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. İçini bir merak bir heyecan kaplamış, o panoyu eline almamak için kendini zor tutar hale gelmişti.

Hakan yansımaların nereye kadar olduğunu yoklamaya çabalarken, öğretmeninin sesiyle irkildi: “Hakan, hemen müdürün odasına! Ben burada ne diyorum, sen orada ne yapıyorsun!”

O gün anne ve babası da okula çağırıldı. Müdür odasında rehberlik uzmanıyla birlikte kaldılar saatlerce. Hakkındaki konuşmaları takip edemiyor, anlam veremiyordu. Derse dikkatini veremediğinden, anlatılanları anlamadığından bahsediliyordu. Annesi bir yandan ağlıyor, babası ise annesini teselli etmeye çalışıyordu: “Tedavisi var nasıl olsa hanım, ne yapalım…”

O günden sonra Hakan’ın anlam vermekte zorlandığı bir hava bürümüştü anne ve babasını. Ona bazen sinirlenen, bazen de acınacak biriymiş gibi bakan gözlerde tek bir şeyi yoklayıp duruyordu: Sevilmek istiyordu, olduğu gibi, öylece, beklentisizce…

Gittikleri doktor, Hakan’ı şöyle uzaktan bir süzüp, sonra anne-babasının şikayetlerini ve onların ağzından öğretmeninin şikayetlerini dinlemeye ve not almaya başlamıştı. Dikkat dağınıklığı ve hiperaktivite bozukluğundan bahsediliyordu.

Halbuki Hakan, öğretmeninin anlattıklarını anlayabiliyordu. Lakin öğretmeni onun anlayabildiğini anlayamamıştı. Çünkü öğretmeninin öğrenme kalıplarının dışında düşünüyor, öğretmeninden farklı öğreniyordu. Mesela bölme işlemini bölüştürme ve paylaştırma olarak kendinde kodlayarak doğru bir şey yapmış, ama öğretmeni onun “farklı öğrenen” bir çocuk olduğunu fark edememişti. Öğretmenin öğrettiği gibi öğrenmeyen çocuk, öğrenemeyen çocuktu. Hakan da bundan nasibini alarak “dikkati dağınık” diye etiketlenmişti.

Hareketliydi, hayatın en sıradan karelerinde bile onun hayat coşkusunu tetikleyecek harikalıkları keşfedebiliyordu. Bazen bir sineğin, bir kelebeğin peşine takılıyor, bazen bir kuşun kanadına hayalen oturup oradan yeryüzünü seyrediyor, bazen bulutların ötesine yolculuklara çıkıyor, bazen de kendisini yıldızlardan geri dünyaya getirmekte zorlanıyordu. Hayal dünyası yaşadığı hayatın sınırlarını çok aşıyordu. Hakan da yaşadığı hayattan taşıyordu böylece. Bir yerlere sığamayan, bir yerde durmasına izin vermeyen coşkusu da bundandı. Bu haline hiparaktivite denilmiş, durdurulması gereken bir enerjiyle karşı karşıyaymışçasına tedbirler alınması gerektiği konuşulur olmuştu.



Hakan’ın iyiliği (!) için tedbirler alınmıştı. Onu sakinleştirecek, öğretmenini daha iyi dinlemesini sağlayacak, daha akıllı uslu bir çocuk olmasını kolaylaştıracak ilaçlarla tedavi süreci başlatılmıştı.

Kimsenin haberi yoktu, nasıl büyük bir yaşam coşkusunun köreltiliyor olduğundan... Kimse farkında değildi, hayat dolu bakışların yerini boş bakışlara terk ediyor olduğunun… Hakan’ın yaşam enerjisinin diri diri toprak altına gömülüyor olduğunun vebalini üstlenmeye hazır kimse yoktu çünkü…

Moral Dünyası Dergisi