İkinci sınıfa giden bir kız çocuğu... Birinci sınıfta öğrenmiş "bitişik el yazısı" ile yazmayı. Annesine, babasına ufak notlar hazırlarken de bu yazıyı kullanmış, kuzeni için bir tebrik kartı hazırlarken de... Yazabiliyor ve yazabiliyor olmanın, bunu başarabilmiş olmanın hazzını yaşıyor.
İkinci sınıftaki öğretmen değişikliği ile, yeni öğretmeni ile tanışıyor. Okulun ikinci haftasında, bir akşam annesi ile arasında bir diyalog geçiyor.
Çocuk: "Öğretmenim yazımı okuyamıyormuş."
Anne, şaşkın ve ne diyeceğini bilemez vaziyette...
Anne: "Sadece senin yazını mı okuyamadı?"
Çocuk: "Evet, sadece bana söyledi."
Kısa bir sessizlikten sonra
Çocuk: "Ne biçim öğretmen olmuş! Benim yazımı bile okuyamıyor!" diye yorumluyor öğretmeni ile arasındaki geçen diyaloğu.
Aradan birkaç gün geçiyor. Anne, çocuğunun okuma ve yazma ile ilgili merakının, yetersizlik hissi ile kaybolmasından endişe duyuyor. Kızına tekrar soruyor: "Bugün öğretmenin yazını okuyabildi mi?"
Küçük kız, mahcubiyet yüklü bir bakış ile başını annesine doğru çeviriyor. Cevap veriyor: "Bugün öğretmenim 'Yazın çok çirkin' dedi ve bunu söylerken hiç utanmadı..."
Çocuğun o sırada duyduğu mahcubiyetin sebebi mahcup edilmiş olması değil, karşısındaki yetişkinin "mahcup olamayan hali" idi.
Ne garip... Çocuğa değersizce ve duyarsızca muamele ediyorsun; çocuk ise sanki birisinini bir ayıbını görmüş de onu mahcup etmemek için başını çeviren bir kişi gibi mahcubiyet içinde kalıyor...
Çocuğun ruhunda farkında varamadığımız ne derin bir olgunluk var... Çocukluğunu yitirmiş yetişkinlerde ise, farkına varamadığımız ne garip bir çocuksu hal var...
28 Eylül 2014 Pazar
12 Eylül 2014 Cuma
Koş evladım, koş!
Geçtiğimiz haftalarda bir okulun öğretmenlerine düzenlediği
seminerin çay arasında, ikinci kez emekli olacak kadar mesleğine emek vermiş
değerli bir hocam ile tanıştım. Beyefendi, ilköğretim sınıf öğretmeni olarak
görevine devam ediyordu. Seminer sırasında çocuklara duyarlı yaklaşımdan
bahsedince çay arasında bu konuya dair birkaç kelam etmek istemiş, bir araya
geldik.
Bugünkü sistemin bütün sorununun, çocukları yarış atına çevirmiş
olmaktan kaynaklandığını konuşuyorduk. O sırada bir başkası emektar hocaya
sordu: “Hocam, siz 70 kişilik sınıflar okuttunuz mu?” Hemen şu cevap geldi:
“Tabi canım… Aslında çok çocuğu okutmak kolay, az çocuk ile ilgilenmek zordur.
O kadar çocuğun içinden kimileri çabucak öğrenirdi mesela. O çocuğu alır, henüz
öğrenememiş iki çocuğun arasına oturturdum. Öğrenen çocuk, yanındakilere öğretirken
bir yandan da kendisi pekiştirirdi.”
Bugün böyle bir durum karşısındaki velileri hayal ettim.
Hayalimi basan serzenişler yükseldi velilerden: “Hocam bizim çocuk
ilerleyemiyor, sınıfın ilerisinde gidiyor. Ama sınıftaki diğer çocuklara
takılıyor…”
Sonra velilerin bu taleplerinden dolayı daha birinci sınıf
itibariyle öğrencileri “seviyelerine göre ayırma” çabasına giren okullar aklıma
geldi.
Hatta okul öncesi dönemleri de kaplayan bir kaygı hakim anne-babaların beklentilerine. Çocuğunun,
kendisinden bir yaş - iki yaş daha küçük çocuk ile aynı ortamı paylaşacağını
duyan ebeveynler, küçük çocuklardan dolayı kendi çocuğunun gelişiminin sekteye
uğrayacağı kaygısını taşıyor.
Çocuklar şimdilerde bir yarışın tam da ortasına düşerek
geliyorlar dünyaya. Sürekli daha iyisi ile kıyaslanarak, başlangıçta daha hızlı
kilo alan, boyu uzayanlar ile, sonrasında daha önce konuşanlar ile, sonra okul
başarısı ile hep kıyaslayarak giden, hep öndekini kovalamak zorunda bırakan bir
yarışın tam da göbeğine düşüyorlar daha hayatlarının ilk yıllarında…
Bu kaygıların sonucu olarak etrafındaki herkes çocuğun
gelişimini tehdit eden unsurlara dönüşürken, çocuk bireyselleşiyor. Olanca
insanın içinde yapayalnız kalıyor. Her zaman tek başına en önde olması
gerektiği için, arkasına bakarsa yarıştaki hızı düşeceği için, önündeki herkes
onun için birer tehditten ibaret olduğu için tek başına kalakalıyor hayatın
orta yerinde…
Çocukları yarıştıracağız diye, ne kadar da insanî metodları
yakın geçmişimize gömmek zorunda kalmışız. Yukarıda bahsettiğim değerli hocamın
öğrencileri arasında kurduğu ilişki, kollektif şuura sahip, etrafındaki her
kimseyi olduğu gibi kabullenebilen, etrafının ihtiyaçlarını tehdit zannetmekten
uzak nesillerin yetişmesi için ne kadar güzel bir zemin oluşturuyor.
İnsanın, yarışmadığı taktirde atıl kalacağını zannetmek ne
talihsiz bir yanılgı…
Halbuki bilimsel bir devrimin mimarı olan Einstein kiminle
yarışarak yaptı bu devrimi? Onunla yarışabilecek kapasitede bir çağdaşı var
mıydı?
Yüzyıllar öncesinden tüm insanlığa seslenebilecek kadar
güçlü sesleri olan Mevlana ve Yunus Emre hazretleri, kiminle yarışıyordu bu
hale gelmek için?
Her biri birer yıldız gibi olan sahabe efendilerimizin
hangisi diğeri ile kıyaslandı, hangisi diğerini geçmek, öbürünü geride bırakmak
dürtüsü ile bugün rehber edindiğimiz önderler oldular ki?
Bediüzzaman Hazretleri bugün tefekkür ufkumuzu açan
eserlerini yazarken kiminle yarış halindeydi? Var mıydı onunla aynı kulvarda
yarışabilecek birisi?
Yanılıyoruz… Yarışacağı kimsesi olmayan bir çocuğun zihinsel
ve ruhsal gelişiminden duyduğumuz endişe kadar yanılıyoruz…
Çünkü insan, aklî, kalbî, vicdanî melekeleri harekete
geçirilerek inkişaf eder, tekamül eder. Bu da sükunet içinde geçirilmesi
gereken ruhsal bir süreçtir. Çocuğu yarıştırmak ise, bu sürecin olmazsa olmazı
olan sükuneti baltalamaktan ibarettir.
Erkek gibi kız ol; Kız gibi erkek olma!
Her kız
çocuğu, ruhundaki letafet ve zerafet ile geliyor dünyaya. Anne-babasının süsü
gibi, her hali ile cilvelerini saçıyor etrafa. Ruhundaki incelikler ile bir
yetişkin hanımefendi olduğunda, eşinin yanında duyarlı bir hayat arkadaşı,
çocuklarının başında şefkatli bir emanetçi olarak bulunması için gereken
donanımı kazanmış oluyor.
Lakin
yaşaması ayrı, uzaktan izlemesi ayrı bir keyif olan bu süreç, nedense korkutuyor
anne-babaları. Sanki kız çocuğunun ruhundan görünüşüne, duruşuna, giyinmesine
kadar yansıyan letafet ve zerafet halleri, kaygı uyandırıyor.
Örneğin her
kız çocuğu biraz kendini fark etmeye başladığı hayatının ilk yıllarında, giyim
kuşamında uyumlu olmaya, her adımını attığında fırıl fırıl eden etekler
giyinmeye, aynanın karşısında saçına başına özen göstermeye, annesinin süslü
püslü terliklerini giymeye meylediyor.
Gelin görün
ki, bir kız çocuğu ruhunun yansıması olan bu haller, yetişkinlerde uyanan kaygı
ile darbeler almaya başlıyor. Aman kız çocuğunu koruyacağız diye, aman bir
tarafı dışarıdan görünmesin diye, etek giymek için can atan çocuk pantolon
giymeye zorlanıyor. Pantolon ile bir erkek gibi rahat rahat her türlü oturup
kalkabileceği düşüncesi ile çocuğun iyiliği için bir tercih yapılıyor belki. Ama
bir erkek gibi değil, ancak bir kız çocuğu gibi giyinerek zerafet içinde oturup
kalkmayı öğrenecek olan minik hanımefendinin tam da bunu öğreneceği ortam alt
üst edilmiş oluyor.
Ergenlik döneminde
kızının artık bir kız gibi giyinmesinde hassasiyet göstermeye başlayan aileler,
kıyafetlerinde, oturuşunda, yürüyüşünde erkekleşmiş kızlarının eteği reddetmesi
ile karşı karşıya kalıyor. Çocukluk yıllarında fıtrîliğin kolaylığı içinde
edinilecek alışkanlık, ergenlik döneminde zorla kazanılabiliyor.
Başka bir
noktada ise, kız çocuklarının da tıpkı bir erkek gibi her işini kendi başına
halleden, hayatı kendi başına kotaran bireyler olması için sarf edilen çaba ile
karşılaşıyoruz. Kızımız kimseye muhtaç olmasın, kendi ayakları üzerinde dursun
diye gayret edilirken gene o hassas ruh, hassas mizacı ile ters düşerek hayatı
her hali ile göğüsleyecek bir gücü kendinde bulmak için erkekleşmeye başlıyor.
Belki bir kız
çocuğunun tam da fıtratından git gide uzaklaşmakta olduğu bu sırada etraftan
yükselen alkışlar, fıtrat ekseninden bambaşka bir beklentiyi dile getiriyor:
“Erkek gibi kız Maşallah!”
Erkek gibi
kızımız, kendi mesleğini ediniyor, hırsla basamakları zorluyor, ekonomik
özgürlüğü eline alıyor. Kimseye muhtaç olmamanın tadını çıkartıyor. Ta ki bir
erkek ile hayatını birleştirip, iki kişi bir hayatı yaşamaya başlayana kadar… Sivrilen
tarafları etrafına zarar vermeye başlıyor. Kimi zaman eşinden daha iyi
kazandığı para, kimi zaman eşinden daha iyi becerdiği işler, kimi zaman
otoriteyi elinde tutma çabaları, bir erkeğin ruhuna balyoz darbeleri gibi
iniyor. Ve artık ortada ne hassasiyet ve letafeti ile kol kanat gerilecek bir
hanımefendi, ne de bir hanımefendiye sahip çıkacak, maddi ve manevi tehlikelerden onu koruyup
kollayacak bir beyefendi kalmış oluyor.
Genç bir
hanımefendiye şefkatini doyasıya yaşayacağı anneliğin keyfini yaşatacak olan çocuk dünyaya geldiğinde ise, bu keyfi
yaşamak şöyle dursun, yapmayı düşündüğü şeylerden annesini alıkoyan, alışageldiği
düzeni alt üst eden bir engel ile karşılaştığını sanıyor genç kız.
Halbuki
hassasiyetini yitirmemiş, ruhunda şefkat melekelerinin filizlenmesine izin
verilmiş bir kız çocuğu da, hayatta dimdik durabilir ayakta; arkasında eşi,
kucağında yavruları ile.
İnce
fikirliliğin, hassasiyetin bir zayıflık göstergesi olarak kabul edilmesinden
olsa gerek, hassas bir ruhu olan erkek çocuklarının “kız gibi erkek” olmasından
korkulurken, latif ruhlu kız çocuklarının “erkek gibi kız” olması ile gurur
duyulur oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)