kendi olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kendi olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2024 Pazar

Kuzey Atlas Okyanusu Kıyılarını Ziyaret - Fas Gezimiz




Bundan belki iki ay öncesinde, bugün böyle bir blog yazısı hazırlıyor olacağımı tahmin edemezdim. O kadar hızla gelişen bir program ile, iki çok sevgili arkadaşımla birlikte, kız kıza Fas'a gitmeye karar verdik. Ağustos ayının ilk haftasını kaplayan 8 gecelik bir ziyaret planladık. 

Oldukça heyecan verici bir hazırlık içindeydim. İlk defa eşimi ve çocuklarımı geride bırakarak, kendi başıma bir yolculuğa çıkıyordum. Üstelik beş saati aşacak bir uçuş mesafesinde... Hiç gitmediğim, hiç bilmediğim bir yere... Seyahatin yaklaştığı son günlerde, kendim bile kendime hayret ettiğim bir kaygıya bürünmeye başladım. Ayrılmakta, kısa süreliğine bile olsa birilerini "geride bırakıyor" olmakta zorlandığımı fark etmeye başladım. Gidişimiz yaklaştıkça içimi kemiren olumsuz hisler daha da kabarıyordu. Berra'nın "Hallederiz anne, sen rahat ol" demeleri, Enes'in "N'olucak anne, bir defa da sen git" diye motive etmeleri, içime su serpiyordu. Ama Rana ile ilk defa böyle bir ayrılık yaşayacaktık. Ondan emin olamıyordum. Son güne kadar zaman zaman seyahatime atıfta bulunarak onu hazırladığımı düşünüyordum. Ama son gün döküldü Rana: "Anne diye seslendiğimde içeriden cevap vermeni çok özleyeceğim!" 

Böylece boğazıma oturmuş kocaman bir yumru, günlerdir duyduğum heyecanın yerini kaplayıvermişti. Sabah havalimanına doğru yola çıkarken ayrıldığımızda, o kocaman yumru ile çıktım yola. Veda etmek, geride bırakmak, geride bırakılmak... Meğer bunlarla yoğrulacağım bir yolculuğa da çıkıyormuşum içime doğru. 

Yutkuna yutkuna, ilk defa, sorumluluğumda başka kimse olmadan, bir yolculuğa çıkıyordum, bunun tadına varmaya çalışırken o yumruyu biraz biraz bir kenarda bırakmaya başladım. 

Derken, Marakeş'e indik. Havalimanından ayrılmadan önce oranın para birimi olan Dirhem almak için döviz bürosuna uğradık. İşlem yapmak için pasaportlarımızı istediler. Türk olduğumuzu görünce hiç beklemediğimiz bir sevgi gösterisi ile karşılaştık. İstanbul'u, Bursa'yı ne kadar sevdiğini söyleyen kişi bir de "İrdıgın" dan bahsediyordu. Başta acaba Ardahan'dan mı bahsediyor derken jetonumuz düştü. Meğer "Erdoğan" diyormuş. Nasıl bir Türk hayranı ile denk geldik böyle diye düşünürken, daha böyle niceleri ile karşılaşacağımızı hiç tahmin edemezdik. Gezi boyunca Türk milletine yüklenen misyon hep tazelendi. Hiç farkında değilmişiz diye düşündüm. Kendi kendimize yüklendiğimiz değersizlikle baş etmeye çalışırken, aslında bir tarafta birilerinin umudu olduğumuzu görmek, kendimize de başka bir yerden bakmamıza neden oldu. 
 
İlk intiba, geldiğimiz yerde güvende hissedebileceğimiz yönünde idi. Nazik, sakin, düşünceli, problemleri çözmeye çalışan kişilerle karşılaşıyorduk. Korktuğumuz gibi değildi hiç. 

Marakeş'e indiğimizde korktuğumuz gibi olmayan diğer bir şey de sıcaklık idi; İstanbul'un sıcak günlerinden daha fazla bir sıcak değildi karşılaştığımız atmosfer. 

İlk rezervasyonumuz, Fas'ın güneybatısındaki Agadir'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nun kıyısında, Atlas Dağları'nın eteğinde, Sahra Çölü'nün hemen kuzeyinde bir yerde idi. Bunun için yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuk ile kalacağımız otele ulaştık. 



Kaldığımız yerde de ilişkiler güleryüzle sürdürülüyordu. Nazik ve sakince... Otelde kalanlar büyük çoğunlukla Avrupa'dan gelen turistlerdi. İspanya, Portekiz, Fransa gibi ülkelerden... Bunun yanısıra Pakistan'dan, Güney Amerika taraflarından, mesela Jamaika'dan gelenler de vardı. Faslı turist sayısı çok azdı. Türkiye'den sadece biz vardık sanırım. 

Otel çalışanlarının bazıları, Türk olduğumuzu fark edince, bildikleri Türkçe kelimeleri, kalıpları konuşmaya başladılar. Türklere hayranlık duyanlar arasında otel çalışanları da vardı yani. Restoranda çalışan bir genç kız, pek çok Türk dizisini izlediğini ve oradan Türkçe kalıplar öğrendiğini söyledi mesela. 

Agadir'de alışveriş için uğradığımız dükkanlarda da nereden geldiğimizi soruyorlardı. Türkiye dediğimiz zaman "Kardeş ülke" diye yorum yapan, bize indirim yapan, hürmet eden, yardımcı olmaya çalışanlar oldu. Galiba Türk olmanın prestijini daha önce hiç bu kadar hissetmemiştim. 

Bu arada Agadir'de hava beklemediğimiz kadar serindi. Hatta sabah yürüyüşleri sırasında üstümüze bir hırka almamız gerekiyordu. Bununla birlikte kıyıdan 100 metre içeri girdiğimizde sıcaklık hemen birkaç derece artıyordu. Bir gezimizde birkaç kilometre girdik içeri ve işte o gezide sıcaklık bizi yoracak bir hal aldı sadece. Şaşırdığımız başka bir şey ise, güneşin çok nadiren gökyüzünde parıldaması idi. Çoğunlukla puslu, bulutlu bir hava... Bazen yayla havası gibi bir sis kümesi çok yakınımıza kadar çöküyordu adeta. 



Atlas Okyanusu'nun sularının tenimize ilk dokunduğu anları da böyle bir hatıra olarak saklayalım dedik. Üç ay önce biri söylese inanamayacağım bir şeyi, yaşıyordum o sırada. 

Agadir'deyken yaklaşık 45 dakika mesafedeki Cennet Vadisi'ne maceralı bir yürüyüş yapmaya ve bir buçuk saat mesafedeki Essaouira kentindeki labirent sokaklarda dolaşmaya da gittik. Burada her şeyi bir sanata dönüştürme becerisi geliştirilmiş. Sanat ehli kimseler çok fazla. Demir, ahşap, bakır, taş, mermer, iplik, deri... İşlenebilecek her şey ile sanat yapmışlar. Sokaklarda ressamlar resimlerini sergiliyor, satıyor. Kaldığımız otelde de sürekli devam eden bir yağlıboya resim sergisi vardı. 



Essaouira'da panoramik bir yerde fotoğraf çekilirken yanımıza birisi yaklaştı ve "Türk müsünüz?" diye sordu. Biz de "Galiba sonunda bir Türk ile denk geldik" diye düşündük. Meğer bu genç hanımefendi de Faslı imiş. Türkçe öğrenmiş. O da bir Türk hayranıymış ve konuşmamızı duyunca selam vermek istemiş. Dünyanın böyle bir yerine gelip de böyle şeyler yaşayacağım, böyle hislere bürüneceğim hiç aklıma gelmezdi. 



Bu yukarıda gördüğünüz, Cennet Vadisi gezisinde sıkça rastladığımız "taksi"nin yakıt alırkenki hali :) Bunun üzerinde yazmıyor "taksi" diye, bazılarının heybesinin üzerine yazmışlardı :)

Agadir'deki son günümüzde artık okyanusla, dalgalarıyla, sesiyle, enginliği ile vedalaşma zamanı gelmişti. Meğer ne kadar kıymetli imiş vedalaşmalar... Yeniden başlamak için önce bitirmek gerek çünkü. Vedalaşıp geride bırakmayı öylece kabullenmek gerek ki yeni bir kapıdan girebilelim. Geride bırakılmışlığı öyle şefkatle kucaklamak gerekiyormuş meğer... Yoksa insan geride bırakmanın/bırakılmanın hissini yaşamamak için, vedalaşmayı da başaramıyor. 

Agadir'den sonra Marakeş'te yaşayacaklarımıza bıraktık kendimizi. Marakeş'te kaldığımız yer, eskiden konak gibi kullanılan bir yapının bugün oda oda otel hizmeti veren bir yere dönüştürülmüş hali olan bir "Riad" idi. 



Burada riadlar arasındaki sokaklarda dolaşırken, gerçekten filmlerdeki gibi labirent şeklinde, daracık, iki tarafında dümdüz duvar yükselen aralıklardan geçtiğinizi hissediyorsunuz. Bu duvarların bir yerinde bir kapı var sadece, bu kadar. Asıl hayat, bu duvarların arkasında. Eski kültürlerinde mahremiyete çok önem veren bir yaklaşım hakimmiş. Öyle ki, kapıda iki tokmak olurmuş. Biri daha küçük, sesi daha ince bir tokmak. Bunu, eve bir hanım misafir gelince tıklarmış, böylece kapıyı evden bir hanım açarmış. Büyük tokmak çaldığında ise gelen kişinin erkek olduğunun haberi verilmiş oluyormuş ve erkek ev sahibi karşılıyormuş. Büyük tokmak iki defa tıklatıldığında ise bir erkek misafirin, yanında bir hanımefendi ile geldiği anlamına geliyormuş. 



Mahremiyet hassasiyetinin bir başka yansıması da iç balkonlu evler... Evlerin havalanma alanı, kendi içinde, orta yerinde. Bu orta alanda çoğunlukla bir şadırvan, etrafında da kapıları bu orta alana açılan odalar şeklinde yapılmış. Her oda, bu aydınlığa açılıyor, odaların camı bu aydınlığa bakıyor. 



Sonraları hakim kültür değişmeye başlamış ve dış balkonlu evler yapılmaya başlanmış. Mesela Agadir'de kaldığımız otel de modern mimari ile yapılmıştı. Ancak o mahremiyet hassasiyeti devam ediyor olmalı ki, dış balkonlu sistem olsa bile, hiç bir balkonda diğeri asla görünmeyecek, birbirini rahatsız edemeyecek şekilde, sanki birini diğerinden ayırt eden bir basamaklandırma ile yapılmış. 

Fas'ta mescit ve camiler, ezan vaktinden 10 dakika önce açılıp, namazdan 10 dakika sonra kapanıyor. Bu yüzden namaz kılmak için yanınızda seccade taşımanız gerekiyor. 

Ülkede genel olarak tuvaletlerde taharet musluğu bulunmuyor. Aslında gezdiğimiz ve konakladığımız yerler genel olarak temizdi, temizliğe hassasiyet gösterildiği hissediliyordu. Ancak sanırım bu musluk kültürü gelmemiş buralara. 

Yemek konusunda hiç sıkıntı çekmedik. Kaldığımız otelde tam pansiyon hizmet aldık, dünya mutfağı olduğu için kendimize hitap eden bir şey illa ki bulabiliyorduk. Bununla birlikte Fas yemekleri de oluyordu. Fas yemeklerinin en belirleyici tarafı "tajin"de pişirilmesi. Özellikle et yemekleri, kendi mutfağımızdaki güveç gibi, şekli daha kubbeli bir yapıda olan kiremit bir kapta pişiriliyor. Osmanlı mutfağını andıracak şekilde et yemeklerini kayısı, erik, üzüm gibi meyve kuruları ile birlikte pişiriyorlar ve tarçın kullanıyorlar. Lezzetli de oluyor. 

Portakal suyunu her yerde bolca bulabilmek mümkün. Sokakta bile hemen yanıbaşınızda tazecik sıkılan portakal suyu alabiliyorsunuz. Özellikle Marakeş'te taze karışık meyve sularından içmek, bir öğün yerine geçebilecek kadar doyurucu ve bir yandan da serinletici olabiliyor. 

Son olarak Marakeş'te havalimanındaki güvenlik görevlisi hanımefendinin pasaport kontrolünün sırasında "Türk müsünüz? Nasılsın?" demesiyle tekrar Fas halkının ülkemize ve insanımıza duyduğu muhabbeti hissettikten sonra, Fas'a veda etme zamanı geldi. Gelirken kaygılı duygularımızın yerinde, iyi ki bu yolculuğa çıktığımızı hissettiğimiz şükran duyguları ile selamlayarak vedalaştık bu sefer. 



Bir delilik ettik, iyi ki de bu deliliği ettik dediğimiz bir gezi oldu. Hayatın her halini selam ile karşılamanın, gitme zamanı gelmiş her şeyi veda ile bırakabilmenin kıymetini hissettik bu topraklarda. Labirent sokaklarda dönüp dönüp aynı yere geldiğimiz, başka bir yere çıkacağımızdan emin adımlarla ilerlerken başladığımız noktada kendimizi bulduğumuz esrarengiz şehirler, kendi içimizdeki yolculuğun görünür bir timsaliydi sanki. 

Merakı uyanan herkesin görmesi temennisiyle... 



14 Ağustos 2017 Pazartesi

Bir Uluborlu Hatırası


Burası Uluborlu… Güreş Yeri Mahallesi 100. Yıl Caddesi…

O zamanlar çakıl dökülmüş bir yol idi. Kimi zaman bizi oraya bırakıp da gitmiş olan babamın gece gelişinin, kimi zaman dört gözle beklediğimiz kuzenlerin gelişinin habercisi olurdu savrulan çakıllar.

Bu yolun kenarında, bahçenin içinde idi anneannem ile dedemin evi. Geceleri öyle çok yıldız
görünürdü ki gökyüzünde… Bahçenin yola bakan kenarındaki duvarın üstüne otururduk bazen. Astronot olma, uzayın gizemine yolculuk etme hayallerim hiç de hayal gibi gelmiyordu o zamanlar.

Anneannemle uyurduk geceleri bir de… Onunla uyuyacak olmak, sanki bütün günü kaygısız bir genişlik içinde geçirmemi sağlardı. Öylesine bırakabilirdim sanki kendimi bisiklete binerkenki rüzgara… Öylesine bırakabilirdim saklambaçta bulunacağım heyecanına… Öylesine bırakabilirdim ağaçlara, arıktan geçen suya, salıncakta sallanmaya…

Akşam uyku saatimiz geldiğinde, anneannemle beraber giderdik yatmaya. Buz gibi olurdu yatak. Yazın yorgan örtünmenin tadına varırdık. Ve anneannemin kokusu… Bir yanına kardeşim yatardı, bir yanına ben… Beraber dua eder, birkaç kelam anneannemin gençliğinden merak ettiğimiz bir şeyler konuşurduk. O anlattıkça biz hayale koyulurduk. Kendini uykuya bırakmanın en keyifli hali… Acaba yüzümde bir tebessümle mi dalardım ki uykuya o zamanlarda?

Sonra, çok sonra, bebeğin anne ile birlikte uyumasının ne anlama geldiğini öğrendim. Anne ile çocuğun yeniden güvenli bağlanması sürecinde çocukla birlikte yatmak gerekiyor olması, ne kadar da anlamlı geldi. Çocukluğunu yaşamaktan alıkoymamak için çocuğu, ne kadar da elzem imiş meğer.

Ve aslında bunun gibi pek çok elzem konuyu, ince ayrıntıyı, kimi zaman takıldığı noktalar, sorular, kimi zaman da tecrübeler ile birbirine aktaran kişilerin buluştuğu bir platformdayız şimdi. Bir sanal okul, Pedagoji Okulu :) İyi ki ben de bu okuldayım :)

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Çocukluğum'a...

Seni üzerimden
Eski, kirli ve yamalı bir elbiseyi
Çıkarıp da atarmış gibi attığım,
Kilitli sandıklarla gömdüğüm, 
Yetişkinliğimi gururla üzerime giydiğim,
Artık seni geride bıraktığıma sevindiğim
O güne gideceğim.

Uğursuzluk getirecek diye susturduğun,
Kızların ayıbı diye sakladığın,
Çok gülen ağlarmış diye tuttuğun
Kahkahalarını sana geri vereceğim.

Kanatlarına binip binbir aleme daldığın,
Sonra "hayat toz pembe değil" diye uyandığın,
Gerçek olmayacağına kandığın
Hayallerini sana geri vereceğim.

Kalbin her acıdığında sadık arkadaşın,
Yakışmıyor diye boğazına düğüm gibi attığın,
İçine yutkuna yutkuna kuruttuğun
Gözyaşlarını sana geri vereceğim.

Hani bisiklete binerken hızlandığın,
O hızla ellerini iki yana açtığın,
Öylece rüzgarla kucaklaştığın
Coşkunu sana geri vereceğim.

Seni "hayatın gerçekleri"nin pençesinden kurtarıp,
Umut dolu masallarını sana geri vereceğim,
Salıncakta sallanırken başını göğe kaldırıp,
Gökyüzünü sallayan heyecanını geri vereceğim.

Biri duyacak diye beklediğin,
Gürültüler ortasında kaybettiğin,
Yükselttikçe duyacaklar zannettiğin
Sesini sana geri vereceğim.

Geçen gün aynanın karşısında,
Ruhumu okuyan gözlerinle, göz göze geldiğimde,
Hiç bakmadığım kadar derinlerine baktığımda,
İçime mızrak gibi sapladığın
Bakışlarını sana geri vereceğim.

Çocukluğum!
Sensiz, çöl gibi içim... 
Duygularım boşlukta; sanki öksüz, yetim...
Bakma böyle güçlü durduğuma, 
Yok ki seni kucaklayacak cesaretim.

Ama bir gün elimi eline verip,
Sokaklarda seke seke gezeceğim,
İçime sınır tanımayan sevgini alıp,
Seninle hayata gülümseyeceğim.

Seni bağrıma basıp,
Ürkmüş kalbinin atışını, kalbimde duyacağım. 
Başını şefkatle okşayıp,
Parmaklarımın arasında, saçlarını duyacağım.

Seni küçük düşürenlerin
Küçüklüğünü göstereceğim sana.
Korkularına teselli olup,
Tebessüm edeceğim hatalarına.

Bugün bir çocukta
Tahammül edemediğimsin, ey çocukluğum!
Bir gün büyüklüğümü üzerimden
Eski, kirli, yamalı bir elbise gibi çıkarıp,
Koşarak sana geleceğim!


Ocak 2017, İstanbul

23 Ocak 2017 Pazartesi

Bilseydim Yapar Mıydım...

(Aşağıda, 20 yıl sonrasından çocuklarıma yazdığım ve Moral Dünyası Dergisi'nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmış olan mektupları okuyacaksınız.)

Sevgili Oğlum,
Sen benim ilk evladımsın. Annelik duygularımı tüm coşkunluğuyla yaşadığım ilk sarhoşluğumsun. Kollarımın arasında bana kendini öylece teslim edivermiş halindeki sıcaklığı hâlâ duyuyorum koynumda… Belki sen bana sığınıyordun, ama ben de bunu fırsat bilip sana sığınıyordum ruhumun yorgunluklarından, yaralarından… Belki bu yüzdendi, seni içimin her derdine derman ilan edivermiş olmam…

Birden bire minicik bedeninle geliverdiğin hayatın daha başındayken beklentilerimin girdabına sürükleyiverdim seni… Önce boyunu, kilonu yarıştırdım başkalarıyla… Sonra konuştuğun kelime sayısını, saydığın sayıları… Sonra aldığın notları, kazandığın okulları...

Benim yapamadıklarımın yapıcısı olacaktın sen çünkü… Benim ulaşamadıklarıma sen ulaşacaktın. Bunu aslında senin (!) için istiyordum. Sen de bir gün yapamadıklarından, başaramadıklarından dolayı benim hissettiklerimi yaşamayasın diye istiyordum.

İnan oğlum, hiç mi hiç farkında değildim o sırada seni içine tıkmakta olduğum parmaklıkların… Olduğun kadar olmanın, olduğun gibi olmanın hafifliğini ve özgürlüğünü sana yaşatmadığımı fark etmem için 30 senenin geçmesine gerek var mıydı? Bilemiyorum…

Seninle gurur duymak istiyordum, bunun için can atıyordum. Ve koltuklarımı kabartamadığın her durumda bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Sürekli beni utandıracağın endişesini taşıyordum. Gittiğimiz bir evde, çıktığımız alışverişte, evimize gelen misafirlerin yanında, beni utandıracağın kaygısıyla tedbirler alarak yaşıyordum hayatı. Bir yere çay dökülecek, birisinin çocuğuyla kavga edip ağlatacaksın, birinin bir eşyasına senden bir zarar geliverecek diye sürekli tetikte geziyordum peşinde.

Ah birilerinin bir şeyleri kırılsaydı, bana çocuğunu yetiştirmeyi becerememiş anne deselerdi de, şimdi otuzlu yaşlarda bir baba olan oğlum, gelip dizlerime başını bir koyuverseydi, saçlarını okşasaydım, sırtını sıvazlasaydım… Ama dizlerimi baş konulmaz hale getirmekle geçirmişim o yıllarımızı…

Hırçınlaştığın zamanları hatırlıyorum. Beceriksiz anne damgasını yeme kaygısı, çocuğumu hırçınlaştırmayı nasıl becerebildiğimi görmeme perde oluyordu. Hatta duyduğum mahcubiyeti örtebilmek için harcıyordum duygularımı, seni hissetmeye harcayacağım yerde…

Bugün karşımda iki çocuk babası bir beyefendi olarak oturan halinin hayali o günlerde gözlerimin önünden birazcık geçseydi, bilmiyorum o seni hizaya getirmeye çalışan bakışlarla bakabilir miydim?

Sevgili Kızım,
Dünyaya geldiğin ilk günlerde, bir çocuğun sorumluluğunu üstlenmeyi becerememiş bir anne olarak, ikinci çocuğumla bu vazifeyi nasıl kotaracağım kaygısını taşıyordum. Belki kucağımda sadece seni taşıyordum ama sırtımda kocaman bir yük vardı taşımakta zorlandığım. Kendi kendime hayatı nasıl da yük haline getirdiğimi, o yıllara hayalen yolculuk ettiğimde izliyorum. Harika bir anne, maharetli bir ev hanımı, ideal bir eş üçgeni arasında can çekişmekteyken hiç birini de tam yapamıyor olmanın verdiği ıstırabı yaşıyordum içimde…

Halbuki, hayatımın en fazla beş-altı senesini kaplayacak bir zaman diliminde, kendimi sadece size bırakmayı seçseydim, hem sırtımdaki gereksiz yüklerden kurtulmanın hafifliği, hem de doyasıya anneliğimi yaşamanın keyfiyle o dönemleri geçirebilirdim belki... Siz de sürekli bir şeyleri yetiştirmesi gereken bir anneye ayak uydurma çabası içinde, hayatın tadına varmaktan mahrum kalmazdınız…

Mesela ağabeyinle birbirinize su atabilseydiniz… Yağmurdan sonra sokaktaki su birikintilerinde doyasıya zıplasaydınız… Yemeklerin tuzunu, biberini, çayımın şekerini hep siz katsaydınız… Bir defasında da sizin için bir köpüklü su yapsaydım da, ellerinizi kaplamış köpüklerin şeffaf topçukları içinde yüzen bakışlarınızı ben de uzaktan seyredebilseydim. Televizyonu izlediğim ilgi ve merakla sizi dinleseydim de, bana da içinizi açsaydınız… Hayal dünyanızın zenginliğiyle harmanlanmış dopdolu duygu dünyanızdan nasiplenseydim ben de…

Şimdi hiç olmazsa torunlarıma bunları yaşatayım diye kendimi bir anneanne olmaya bıraktığım her anda, doyasıya yaşamanıza izin vermediğim her an için içim tekrar sızım sızım sızlıyor.

O sırada, bir gün, evlatlarının annesi, eşinin hayat arkadaşı bir hanımefendiye emanetçilik ediyor olduğumun farkında olsaydım, o hanımefendinin hayatın her anını sükûnet içinde doyasıya soluklaması için her işimi bırakır, tüm telaşlarımdan kendimi arındırırdım sanıyorum.

Sevgili yavrularım,
Biliyor musunuz, belki yaptığım en doğru şey, tüm bunlardan duyduğum pişmanlıktan dolayı sizden helallik istediğim, gözyaşları içinde özür dilediğim gün yaptığım şeydi. Belki hayatımda en olmadığım kadar olduğum gibiydim o sırada. Kendi ruhumun yaralarını sizinle sarmaya çalışırken, sizin içinizde büyüttüğüm yaralar, oluşturduğum yoksunluklar, artık gözyaşlarıyla onarılabilecek cinsten değildi ama gene de af diliyordum sizi bana Emanet Eden’den… Başka yapacak bir şeyim yoktu çünkü…

Şimdi çok iyi anlıyorum ki yapmam gereken sizi “terbiye” etmek yerine kendimi “terbiye” etmekmiş. Sizi “yetiştirmek” yerine önce kendimi “yetiştirmeliymişim”. Eğer önce ben kendimi terbiye edebilmiş ve yetiştirebilmiş olsaydım şimdi yüreğimi yakan hataları yapmayacaktım. Bilseydim hiç yapar mıydım?

Eğer sizinle tepeden bakarak konuşmanın yanlış olduğunu bilebilseydim hiç yapar mıydım bunu? Bir çocukla iletişim kurabilmenin en iyi yanının onunla göz teması kurmak olduğunu bilseydim hiç bunu yapmaz mıydım?

Eğer okul başarısının sadece not olmadığını bilseydim karnenizi getirdiğinizde size kızar, azarlar mıydım? Matematik dersinden dört aldığın için kızarken senin asıl yeteneğin olan resim dersinden aldığın beş notunu küçümser miydim hiç?

Çocukları başka çocuklarla kıyaslamanın yanlış olduğunu bilseydim seni hiç başkalarıyla kıyaslar mıydım? Sana başka çocukları örnek göstermenin doğru olduğunu sandığım için yaptım bunu ama büyük bir yanlış yapmışım. Yanlış olduğunu bilsem yapar mıydım hiç?

Ağladığın zaman “ağlar ağlar, alışır susar” demenin ne kadar yanlış olduğunu bilseydim, ağladığınız zaman yanınıza koşup gelmenin ne kadar önemli olduğunu bilseydim hiç ağlamalarınıza kayıtsız kalır mıydım? Yanınıza koşup geldiğimde içinizin güven duygusuyla dolduğunu bilseydim hiç sizi yalnız bırakır mıydım?

“Aman sakın dokunma, kırarsın” demenin içinizdeki merak duygusunu öldürdüğünü bilseydim hiç etrafınızı cam vazolarla, kırılacak eşyalarla donatır mıydım? Etrafınızı keşfetmek için dokunmaya ihtiyacınız olduğunu bilseydim eşyalarım kırılacak diye size engel olur muydum hiç?

Şimdi birer yetişkin olarak hayatlarınızı izlerken, hâlâ aynı yavrularım olduğunuzu hissetmek ve belki sizi olduğunuz gibi, her halinizle sevebiliyor olduğumu yeni yeni keşfetmenin heyecanıyla yazıyorum bu satırları. Karşılıksızca, beklentisizce sevebiliyor olmanın coşkusuyla yazıyorum.

Hakkınızı helal ediniz. Birer yetişkin olarak sizden tek isteğim, annenize bir duanızdır. Yaptığım hatalar aklınıza her düştüğünde, bu hataların izleriyle her karşılaşmanızda, acizliğimi hatırlayarak tekrar dua ediniz.
Muhabbetle kucaklıyorum. 

19 Mart 2015 Perşembe

Kırılgan insan yetiştirmek

Bir günün öğleden sonraki saatlerinde, ziyarete gittiğimiz bir ilk ve orta okulun bahçesindeydik. Birkaç öğrenci, aldıkları atıştırmalık çerezleri kamelyadaki masada hem diğerlerine servis ediyor, hem de kendileri de bir yandan atıştırıyorlardı. 

Manzara çok hoşuma gitmişti. Hatta oracıkta benim de ağzıma birkaç atıştırma atasım gelmişti. Masaya yaklaştım. Bir tane de ben aldım. Sonra da masanın başında duran 10 yaşlarındaki kız öğrenciye seslendim: "Teşekkür ederim ikramınız için. Ne zamandır yememiştim. Çok güzel geldi açık havada." 

Bu sırada memnuniyetimi paylaşırken, masa başında bekleyen kızımızı da onurlandırdığımı düşünüyor ve kendi içimde bir memnuniyet yaşıyordum. Ancak yanıldığımı anlamam hiç uzun sürmedi. "Afedersiniz, size ikram etmedik galiba. Yani aslında ikram etmek isterdim ama sizi tanımadığım için birden bir şey söyleyemedim..." diye mahcubiyet ve açıklama cümleleri peş peşe sıralanmaya başladı. 

Ne olduğunu, neden açıklamalar geldiğini ilk anda anlayamasam da, kızcağızın hali de sözlerine eşlik edince, kendi yanılgımı fark ettim. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Kızcağız, benim onurlandırdığımı, değerli hissettirdiğimi düşündüğüm cümlelerimde, aslında gizli bir sitem olduğunu düşünmüş, aslında bu ifade ile "Bana ikram etmediniz ama ben kendim aldım işte..." diye sitem ettiğimi zannetmişti. 

Ne yapacağımı bilemedim. Elim ayağım birbirine karıştı. Bu, oradaki çocuğa yapmayı hiç istemediğim bir şeydi. Bu sefer ben açıklama yaptım: "Ben gerçekten de teşekkür etmek için teşekkür etmiştim. Başka bir şeyi kast etmemiştim. Hem zaten siz buraya bunları açarak herkesi davet etmiş olmuşsunuz. Sitem edilecek bir şey yok ki..." 

Bilmiyorum söylediklerim ile durumu toparlayabilmiş miydim ama daha fazla da diyecek bir şey bulacak halim kalmamıştı. 

İşte buyrun, kırılgan, incinmeye müsait, kendisine bir pay olarak değersizlik hissini biçmiş bir genç kız adayı... Nasıl bu hale gelmiş, şimdiye kadarki yaşam tecrübesinde neler yaşamış ki, en masum bir iltifat ve teşekkür cümlesine bile inanamıyor ve hatta o cümle ile aslında tam tersi bir mananın kastedildiğine kesin gözü ile bakıyor... 

Şimdi istediğiniz kadar söyleyin "İncinme, incinsen de incinme..." diye. Hayata zaten bir-sıfır yenik başlamış; hayata kırık ve incinmiş başlamış zaten... Yaşamı ne kadar olduğu gibi ve olduğu kadar görebilecek ki... Bir gün belki bir yuva kurduğunda, eşinin "Bu tablo neden yamuk duruyor?" sorusu ile dünyası başına yıkılacak, belki bir çocuğu olduğunda "Bu çocuk neden bana tükürüyor?" diye yaşamı kendine zehir edecek... 

İşte böylesi zamanlarda, insanın hiç bir şeyden dolayı değil, sadece insan olduğundan, sadece olduğu gibi olduğundan dolayı değerini hissettiren birilerine ne kadar da aç olduğumuz geliyor aklıma... 

Belki de işe başlayacağımız yer, kendimiz insanı öylece, her hali ile kabullenebilen biri olmak... Etiketlerinden, bize olan faydasından, şöyle veya böyle olduğundan dolayı değil; sadece var olduğundan, var edildiğinden dolayı değerli olduğunu hissetmek... 

12 Eylül 2014 Cuma

Erkek gibi kız ol; Kız gibi erkek olma!

Her kız çocuğu, ruhundaki letafet ve zerafet ile geliyor dünyaya. Anne-babasının süsü gibi, her hali ile cilvelerini saçıyor etrafa. Ruhundaki incelikler ile bir yetişkin hanımefendi olduğunda, eşinin yanında duyarlı bir hayat arkadaşı, çocuklarının başında şefkatli bir emanetçi olarak bulunması için gereken donanımı kazanmış oluyor.

Lakin yaşaması ayrı, uzaktan izlemesi ayrı bir keyif olan bu süreç, nedense korkutuyor anne-babaları. Sanki kız çocuğunun ruhundan görünüşüne, duruşuna, giyinmesine kadar yansıyan letafet ve zerafet halleri, kaygı uyandırıyor.

Örneğin her kız çocuğu biraz kendini fark etmeye başladığı hayatının ilk yıllarında, giyim kuşamında uyumlu olmaya, her adımını attığında fırıl fırıl eden etekler giyinmeye, aynanın karşısında saçına başına özen göstermeye, annesinin süslü püslü terliklerini giymeye meylediyor.

Gelin görün ki, bir kız çocuğu ruhunun yansıması olan bu haller, yetişkinlerde uyanan kaygı ile darbeler almaya başlıyor. Aman kız çocuğunu koruyacağız diye, aman bir tarafı dışarıdan görünmesin diye, etek giymek için can atan çocuk pantolon giymeye zorlanıyor. Pantolon ile bir erkek gibi rahat rahat her türlü oturup kalkabileceği düşüncesi ile çocuğun iyiliği için bir tercih yapılıyor belki. Ama bir erkek gibi değil, ancak bir kız çocuğu gibi giyinerek zerafet içinde oturup kalkmayı öğrenecek olan minik hanımefendinin tam da bunu öğreneceği ortam alt üst edilmiş oluyor.

Ergenlik döneminde kızının artık bir kız gibi giyinmesinde hassasiyet göstermeye başlayan aileler, kıyafetlerinde, oturuşunda, yürüyüşünde erkekleşmiş kızlarının eteği reddetmesi ile karşı karşıya kalıyor. Çocukluk yıllarında fıtrîliğin kolaylığı içinde edinilecek alışkanlık, ergenlik döneminde zorla kazanılabiliyor.

Başka bir noktada ise, kız çocuklarının da tıpkı bir erkek gibi her işini kendi başına halleden, hayatı kendi başına kotaran bireyler olması için sarf edilen çaba ile karşılaşıyoruz. Kızımız kimseye muhtaç olmasın, kendi ayakları üzerinde dursun diye gayret edilirken gene o hassas ruh, hassas mizacı ile ters düşerek hayatı her hali ile göğüsleyecek bir gücü kendinde bulmak için erkekleşmeye başlıyor.


Belki bir kız çocuğunun tam da fıtratından git gide uzaklaşmakta olduğu bu sırada etraftan yükselen alkışlar, fıtrat ekseninden bambaşka bir beklentiyi dile getiriyor: “Erkek gibi kız Maşallah!”

Erkek gibi kızımız, kendi mesleğini ediniyor, hırsla basamakları zorluyor, ekonomik özgürlüğü eline alıyor. Kimseye muhtaç olmamanın tadını çıkartıyor. Ta ki bir erkek ile hayatını birleştirip, iki kişi bir hayatı yaşamaya başlayana kadar… Sivrilen tarafları etrafına zarar vermeye başlıyor. Kimi zaman eşinden daha iyi kazandığı para, kimi zaman eşinden daha iyi becerdiği işler, kimi zaman otoriteyi elinde tutma çabaları, bir erkeğin ruhuna balyoz darbeleri gibi iniyor. Ve artık ortada ne hassasiyet ve letafeti ile kol kanat gerilecek bir hanımefendi, ne de bir hanımefendiye sahip çıkacak,  maddi ve manevi tehlikelerden onu koruyup kollayacak bir beyefendi kalmış oluyor.

Genç bir hanımefendiye şefkatini doyasıya yaşayacağı anneliğin keyfini yaşatacak olan çocuk dünyaya geldiğinde ise, bu keyfi yaşamak şöyle dursun, yapmayı düşündüğü şeylerden annesini alıkoyan, alışageldiği düzeni alt üst eden bir engel ile karşılaştığını sanıyor genç kız. 

Halbuki hassasiyetini yitirmemiş, ruhunda şefkat melekelerinin filizlenmesine izin verilmiş bir kız çocuğu da, hayatta dimdik durabilir ayakta; arkasında eşi, kucağında yavruları ile.
İnce fikirliliğin, hassasiyetin bir zayıflık göstergesi olarak kabul edilmesinden olsa gerek, hassas bir ruhu olan erkek çocuklarının “kız gibi erkek” olmasından korkulurken, latif ruhlu kız çocuklarının “erkek gibi kız” olması ile gurur duyulur oldu.


Bu yanılgı ile ortaya çıkan trajedide ise, anneliğini yapamayan anneler, eşine eş olmayı beceremeyen hanımefendiler; erkekliği elden bırakmayan kızlar rol alıyor. 

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir 'Hâl'e bürünmüşsen...

Bazen günlük yaşamın herhangi bir anında yaşadığımız küçük bir şey sırasında kendimize dışarıdan bakabildiğimiz bir anda, gördüğümüz şeye anlam vermekte zorlanabiliyoruz.

Mesela çocuk su istemiş diye "Ben sizin hizmetçiniz miyim? Biraz da kendi işinizi kendiniz yapın!" diye feryat figan eden bir vaziyette bulabiliyoruz kendimizi.

Parktan eve dönüleceği saatte çocuk illa da eve gitmeyeceğim diye tutturdu diye çileden çıktığımız, öfkemizi burnumuzdan soluduğumuz bir halde bulabiliyoruz kendimizi bazen de.

Bir dükkandaki beğendiğiniz bir şeyin fiyatını sorduğumuzda, beklediğimizden daha yüksek rakamlar duymuş isek, sanki kendimize bir hakaret duymuş gibi sinirlendiğimiz oluyor mesela...

Aslında tek başına bir olay olarak bakıldığında, hiç de çaresiz olunmayan, hiç de öyle dermansız bir dert gibi bizi yıkabilecek olaylar değil bunlar... Ama neden çileden çıkıyor insan?

İnsan, aslında benliğinin halleri ile görüyor yaşamı. Benliğinin hali, onun yaşama baktığı pencere gibi oluyor, hatta yaşamdan gördüklerini adeta o hal belirliyor. 

Ne kadar şeffaf ise bulunduğu hal, yaşamı o kadar olduğu gibi görebiliyor.Ne kadar koruma kalkanları ardına saklanmış ise, yaşamı o kadar olduğu halinden bambaşka algılıyor...

Arkadaşının gittiği bir yere kendisini davet etmediğini duyan kişide, değersizlik hissi uyanıyor örneğin. Kırılıyor, inciniyor bu durumdan... İncinmişlik hali benliğini korumaya geçiriyor. İşte tam o sırada eşi "Yemekte bir değişik koku var, değişik bir şey mi kattın?" diye soracak olsa, işte o zaman o koruma kalkanları ile manzarayı yorumluyor ve tepkisini veriyor: "Sen de hiç kıymet bilmedin ki zaten!" 

Yani aslında çoğu zaman savunma halinin intikamını aldığı kişi, hiç de suçu olmayan bambaşka birisi oluyor. Nazımızın geçtiği, yaşamı paylaştığımız, zaten ayrılmayacağımız, elimizde olan birisi oluyor; ya çocuğumuz, ya eşimiz, ya en yakın arkadaşımız... Yani çok yakınımızdaki birileri... En yakınımızdakilere, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlerle zarar veriyoruz yani...  

Peki sürecin başına gelelim... Arkadaşımız bizi davet etmedi de başkalarını davet etti diye uyanan değersizlik hissi... Nereden geliyor bu his? 

İşte burası belki de işin çözüm noktası... Benim de bu satırlara sığdıramayacağım bir nokta... İnsan aslında değerlidir, hem de her şeyden çok... Ama değersiz zanneder işte... Bu zannetmesinin bir sonucu olarak kırılgandır, incinir hep, küsüverir hemen... 

Belki de yaşamının ilk yıllarında düşmüştür bu "değersizlik" evhamı onun içine... Öyle zannettirilmiştir... Çünkü "Çocuk dediğin söz dinler, sen nasıl çocuksun böyle?" diye azarlanmış, çocuksu coşkularını yaşadığı bir sırada "Yeter, azıcık oturun!" diye tiz bir ses yüreğinde ürperti uyandırarak bağırmış, "Senden adam olacak da ben de göreceğim!" diye imalı sözler yüreğine yüreğine saplanmıştır... 

Geçmişte ne olursa olsun, bildiğim bir şey ver: Değersizlik, sadece bir evhamdır, aslı yoktur... O yüzden bugün, insan olmanın tadına varabildiğimiz, insan olmanın değerini içimizde duyabildiğimiz kadar bu hislere galip gelebiliriz... 



İnsanın değerine dair tüm sırlar, içimizde gizli çünkü... Hala orada duruyor... Hadi o zaman :)

14 Eylül 2013 Cumartesi

Yaşam enerjisi mi dediniz?

Günlük hayatın içinde çaresiz kaldığımız, hayattan bezdiğimiz, bir dua etmeye, halimizi göz yaşı ile Makam'ına iletmeye bile gücümüzün kalmadığı zamanlara bakıyorum. 

İnsan böyle olmamalı... Bu kadar mağlup bir eda ile, zorla bir günü diğerine bağlayarak yaşamak zorunda kalmamalı... İnsan bu değil aslında...

İnsan yaşam enerjisini nerede tüketiyor da hayat bu kadar tahammül edilemez oluyor?

İnsan olduğu hali ile kalamadığında, "kendi"nden ödün vermek zorunda kaldığında, doğal halini kaybederek başka başka maskelerin ardında yaşamına devam etmeye kalktığında... İşte o zaman enerjisini "başka biri" olmak için harcıyor ve tükenip gidiyor... 

Tam da böylesi bir zamanda, çocuk annesinin yanında olup ondan huzur solumak istediği bir sırada anne birden feryat ediveriyor: "Bu çocuk neden bu kadar bana düşkün? Hiç ayrılmayacak mı benden?" 

Ya da babasının okuduğu gazetenin üzerine sevecenlik ile atlayarak babası ile bir şeyler oynama hevesindeki çocuk, babasının kükreyen hali ile tam aksi bir cevap alabiliyor: "Tüm gün yoruluyorum zaten, eve gelince de bir rahat gazete okuyamayacak mıyım?"

Komşu hanım yanından geçerkenki bakışı, kayın validesinin hazırladığı sofraya hiç iltifat etmemesi, görümcesinin gittiği bir yere haber vermeden gitmiş olması... 

Doğallığını yitirmiş kişi için hayatın bir tebessümle geçilebilecek anları, tahammül edilemez oluveriyor. 

Bazen beklentiler insanı uzaklaştırıyor kendinden. Halbuki etrafındaki herkesin beklediği kişi olmak kadar imkansız bir vazifeye bürünmüştür kişi o sırada. Karşılaştığı her farklı kişinin ilk önce kendisinden beklentisini sezmeye, sonra da o beklentiye cevap veren bir hale bürünmeye harcar kendisini.

Bazen etrafında sürekli olumlu bir hava oluşturma, çıkması muhtemel problemleri böylesi toz pembe bir hava ile saklama gayreti, kendisinden uzaklaştırıyor insanı. Etrafa sürekli her şeyin yolunda gittiğine dair sinyal vermeye çalışırken, insanın hayatı doyasıya yaşayacak enerjisi kalmıyor.  

Bazen kendisini korumak için gardını almış, sanki sürekli bir kavganın mücadelesi içinde olan hali alıkoyuyor insanı doğal olmaktan, olduğu gibi kalmaktan. Sürekli tedbirli, sanki karşısında keskin nişancı bir düşmanı varmışçasına sürekli tetikte kalmaya çalışmak, bitiriyor insanın yaşam enerjisini.

İnsan bir bilseydi bunca gereksiz, üzerine vazife olmayan yükü taşımaktan dolayı tahammülünün kalmadığını... 

Bir anne bilseydi ağlayan çocuğunun sesine dayanamayan halinin ne çocukla, ne de sesle ilgisinin olmadığını... 

Bir baba bilseydi ailesinin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri karşısındaki çaresizliğinin aslında istenilen şeylerle hiç de alakası olmadığını... 

Bir öğretmen bilseydi anlattığı konu anlaşılmadığı zamanki öfkesinin aslında öğrencilerine hiç de bağlı olmadığını... 

Hayat taşınamayacak yüklerle dolu değil; sırtımıza yüklenmiş yükler hayatın tatlı cilvelerini tahammül edilemez hale getiriyor. 

Bir olduğumuz gibi olabilsek, bir olduğumuz kadar kalabilsek, o zaman hayat da acısı ile tatlısı ile tadına doyulmaz olacak.