14 Ağustos 2017 Pazartesi

Bir Uluborlu Hatırası


Burası Uluborlu… Güreş Yeri Mahallesi 100. Yıl Caddesi…

O zamanlar çakıl dökülmüş bir yol idi. Kimi zaman bizi oraya bırakıp da gitmiş olan babamın gece gelişinin, kimi zaman dört gözle beklediğimiz kuzenlerin gelişinin habercisi olurdu savrulan çakıllar.

Bu yolun kenarında, bahçenin içinde idi anneannem ile dedemin evi. Geceleri öyle çok yıldız
görünürdü ki gökyüzünde… Bahçenin yola bakan kenarındaki duvarın üstüne otururduk bazen. Astronot olma, uzayın gizemine yolculuk etme hayallerim hiç de hayal gibi gelmiyordu o zamanlar.

Anneannemle uyurduk geceleri bir de… Onunla uyuyacak olmak, sanki bütün günü kaygısız bir genişlik içinde geçirmemi sağlardı. Öylesine bırakabilirdim sanki kendimi bisiklete binerkenki rüzgara… Öylesine bırakabilirdim saklambaçta bulunacağım heyecanına… Öylesine bırakabilirdim ağaçlara, arıktan geçen suya, salıncakta sallanmaya…

Akşam uyku saatimiz geldiğinde, anneannemle beraber giderdik yatmaya. Buz gibi olurdu yatak. Yazın yorgan örtünmenin tadına varırdık. Ve anneannemin kokusu… Bir yanına kardeşim yatardı, bir yanına ben… Beraber dua eder, birkaç kelam anneannemin gençliğinden merak ettiğimiz bir şeyler konuşurduk. O anlattıkça biz hayale koyulurduk. Kendini uykuya bırakmanın en keyifli hali… Acaba yüzümde bir tebessümle mi dalardım ki uykuya o zamanlarda?

Sonra, çok sonra, bebeğin anne ile birlikte uyumasının ne anlama geldiğini öğrendim. Anne ile çocuğun yeniden güvenli bağlanması sürecinde çocukla birlikte yatmak gerekiyor olması, ne kadar da anlamlı geldi. Çocukluğunu yaşamaktan alıkoymamak için çocuğu, ne kadar da elzem imiş meğer.

Ve aslında bunun gibi pek çok elzem konuyu, ince ayrıntıyı, kimi zaman takıldığı noktalar, sorular, kimi zaman da tecrübeler ile birbirine aktaran kişilerin buluştuğu bir platformdayız şimdi. Bir sanal okul, Pedagoji Okulu :) İyi ki ben de bu okuldayım :)

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Çocukluğum'a...

Seni üzerimden
Eski, kirli ve yamalı bir elbiseyi
Çıkarıp da atarmış gibi attığım,
Kilitli sandıklarla gömdüğüm, 
Yetişkinliğimi gururla üzerime giydiğim,
Artık seni geride bıraktığıma sevindiğim
O güne gideceğim.

Uğursuzluk getirecek diye susturduğun,
Kızların ayıbı diye sakladığın,
Çok gülen ağlarmış diye tuttuğun
Kahkahalarını sana geri vereceğim.

Kanatlarına binip binbir aleme daldığın,
Sonra "hayat toz pembe değil" diye uyandığın,
Gerçek olmayacağına kandığın
Hayallerini sana geri vereceğim.

Kalbin her acıdığında sadık arkadaşın,
Yakışmıyor diye boğazına düğüm gibi attığın,
İçine yutkuna yutkuna kuruttuğun
Gözyaşlarını sana geri vereceğim.

Hani bisiklete binerken hızlandığın,
O hızla ellerini iki yana açtığın,
Öylece rüzgarla kucaklaştığın
Coşkunu sana geri vereceğim.

Seni "hayatın gerçekleri"nin pençesinden kurtarıp,
Umut dolu masallarını sana geri vereceğim,
Salıncakta sallanırken başını göğe kaldırıp,
Gökyüzünü sallayan heyecanını geri vereceğim.

Biri duyacak diye beklediğin,
Gürültüler ortasında kaybettiğin,
Yükselttikçe duyacaklar zannettiğin
Sesini sana geri vereceğim.

Geçen gün aynanın karşısında,
Ruhumu okuyan gözlerinle, göz göze geldiğimde,
Hiç bakmadığım kadar derinlerine baktığımda,
İçime mızrak gibi sapladığın
Bakışlarını sana geri vereceğim.

Çocukluğum!
Sensiz, çöl gibi içim... 
Duygularım boşlukta; sanki öksüz, yetim...
Bakma böyle güçlü durduğuma, 
Yok ki seni kucaklayacak cesaretim.

Ama bir gün elimi eline verip,
Sokaklarda seke seke gezeceğim,
İçime sınır tanımayan sevgini alıp,
Seninle hayata gülümseyeceğim.

Seni bağrıma basıp,
Ürkmüş kalbinin atışını, kalbimde duyacağım. 
Başını şefkatle okşayıp,
Parmaklarımın arasında, saçlarını duyacağım.

Seni küçük düşürenlerin
Küçüklüğünü göstereceğim sana.
Korkularına teselli olup,
Tebessüm edeceğim hatalarına.

Bugün bir çocukta
Tahammül edemediğimsin, ey çocukluğum!
Bir gün büyüklüğümü üzerimden
Eski, kirli, yamalı bir elbise gibi çıkarıp,
Koşarak sana geleceğim!


Ocak 2017, İstanbul

23 Ocak 2017 Pazartesi

Bilseydim Yapar Mıydım...

(Aşağıda, 20 yıl sonrasından çocuklarıma yazdığım ve Moral Dünyası Dergisi'nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmış olan mektupları okuyacaksınız.)

Sevgili Oğlum,
Sen benim ilk evladımsın. Annelik duygularımı tüm coşkunluğuyla yaşadığım ilk sarhoşluğumsun. Kollarımın arasında bana kendini öylece teslim edivermiş halindeki sıcaklığı hâlâ duyuyorum koynumda… Belki sen bana sığınıyordun, ama ben de bunu fırsat bilip sana sığınıyordum ruhumun yorgunluklarından, yaralarından… Belki bu yüzdendi, seni içimin her derdine derman ilan edivermiş olmam…

Birden bire minicik bedeninle geliverdiğin hayatın daha başındayken beklentilerimin girdabına sürükleyiverdim seni… Önce boyunu, kilonu yarıştırdım başkalarıyla… Sonra konuştuğun kelime sayısını, saydığın sayıları… Sonra aldığın notları, kazandığın okulları...

Benim yapamadıklarımın yapıcısı olacaktın sen çünkü… Benim ulaşamadıklarıma sen ulaşacaktın. Bunu aslında senin (!) için istiyordum. Sen de bir gün yapamadıklarından, başaramadıklarından dolayı benim hissettiklerimi yaşamayasın diye istiyordum.

İnan oğlum, hiç mi hiç farkında değildim o sırada seni içine tıkmakta olduğum parmaklıkların… Olduğun kadar olmanın, olduğun gibi olmanın hafifliğini ve özgürlüğünü sana yaşatmadığımı fark etmem için 30 senenin geçmesine gerek var mıydı? Bilemiyorum…

Seninle gurur duymak istiyordum, bunun için can atıyordum. Ve koltuklarımı kabartamadığın her durumda bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Sürekli beni utandıracağın endişesini taşıyordum. Gittiğimiz bir evde, çıktığımız alışverişte, evimize gelen misafirlerin yanında, beni utandıracağın kaygısıyla tedbirler alarak yaşıyordum hayatı. Bir yere çay dökülecek, birisinin çocuğuyla kavga edip ağlatacaksın, birinin bir eşyasına senden bir zarar geliverecek diye sürekli tetikte geziyordum peşinde.

Ah birilerinin bir şeyleri kırılsaydı, bana çocuğunu yetiştirmeyi becerememiş anne deselerdi de, şimdi otuzlu yaşlarda bir baba olan oğlum, gelip dizlerime başını bir koyuverseydi, saçlarını okşasaydım, sırtını sıvazlasaydım… Ama dizlerimi baş konulmaz hale getirmekle geçirmişim o yıllarımızı…

Hırçınlaştığın zamanları hatırlıyorum. Beceriksiz anne damgasını yeme kaygısı, çocuğumu hırçınlaştırmayı nasıl becerebildiğimi görmeme perde oluyordu. Hatta duyduğum mahcubiyeti örtebilmek için harcıyordum duygularımı, seni hissetmeye harcayacağım yerde…

Bugün karşımda iki çocuk babası bir beyefendi olarak oturan halinin hayali o günlerde gözlerimin önünden birazcık geçseydi, bilmiyorum o seni hizaya getirmeye çalışan bakışlarla bakabilir miydim?

Sevgili Kızım,
Dünyaya geldiğin ilk günlerde, bir çocuğun sorumluluğunu üstlenmeyi becerememiş bir anne olarak, ikinci çocuğumla bu vazifeyi nasıl kotaracağım kaygısını taşıyordum. Belki kucağımda sadece seni taşıyordum ama sırtımda kocaman bir yük vardı taşımakta zorlandığım. Kendi kendime hayatı nasıl da yük haline getirdiğimi, o yıllara hayalen yolculuk ettiğimde izliyorum. Harika bir anne, maharetli bir ev hanımı, ideal bir eş üçgeni arasında can çekişmekteyken hiç birini de tam yapamıyor olmanın verdiği ıstırabı yaşıyordum içimde…

Halbuki, hayatımın en fazla beş-altı senesini kaplayacak bir zaman diliminde, kendimi sadece size bırakmayı seçseydim, hem sırtımdaki gereksiz yüklerden kurtulmanın hafifliği, hem de doyasıya anneliğimi yaşamanın keyfiyle o dönemleri geçirebilirdim belki... Siz de sürekli bir şeyleri yetiştirmesi gereken bir anneye ayak uydurma çabası içinde, hayatın tadına varmaktan mahrum kalmazdınız…

Mesela ağabeyinle birbirinize su atabilseydiniz… Yağmurdan sonra sokaktaki su birikintilerinde doyasıya zıplasaydınız… Yemeklerin tuzunu, biberini, çayımın şekerini hep siz katsaydınız… Bir defasında da sizin için bir köpüklü su yapsaydım da, ellerinizi kaplamış köpüklerin şeffaf topçukları içinde yüzen bakışlarınızı ben de uzaktan seyredebilseydim. Televizyonu izlediğim ilgi ve merakla sizi dinleseydim de, bana da içinizi açsaydınız… Hayal dünyanızın zenginliğiyle harmanlanmış dopdolu duygu dünyanızdan nasiplenseydim ben de…

Şimdi hiç olmazsa torunlarıma bunları yaşatayım diye kendimi bir anneanne olmaya bıraktığım her anda, doyasıya yaşamanıza izin vermediğim her an için içim tekrar sızım sızım sızlıyor.

O sırada, bir gün, evlatlarının annesi, eşinin hayat arkadaşı bir hanımefendiye emanetçilik ediyor olduğumun farkında olsaydım, o hanımefendinin hayatın her anını sükûnet içinde doyasıya soluklaması için her işimi bırakır, tüm telaşlarımdan kendimi arındırırdım sanıyorum.

Sevgili yavrularım,
Biliyor musunuz, belki yaptığım en doğru şey, tüm bunlardan duyduğum pişmanlıktan dolayı sizden helallik istediğim, gözyaşları içinde özür dilediğim gün yaptığım şeydi. Belki hayatımda en olmadığım kadar olduğum gibiydim o sırada. Kendi ruhumun yaralarını sizinle sarmaya çalışırken, sizin içinizde büyüttüğüm yaralar, oluşturduğum yoksunluklar, artık gözyaşlarıyla onarılabilecek cinsten değildi ama gene de af diliyordum sizi bana Emanet Eden’den… Başka yapacak bir şeyim yoktu çünkü…

Şimdi çok iyi anlıyorum ki yapmam gereken sizi “terbiye” etmek yerine kendimi “terbiye” etmekmiş. Sizi “yetiştirmek” yerine önce kendimi “yetiştirmeliymişim”. Eğer önce ben kendimi terbiye edebilmiş ve yetiştirebilmiş olsaydım şimdi yüreğimi yakan hataları yapmayacaktım. Bilseydim hiç yapar mıydım?

Eğer sizinle tepeden bakarak konuşmanın yanlış olduğunu bilebilseydim hiç yapar mıydım bunu? Bir çocukla iletişim kurabilmenin en iyi yanının onunla göz teması kurmak olduğunu bilseydim hiç bunu yapmaz mıydım?

Eğer okul başarısının sadece not olmadığını bilseydim karnenizi getirdiğinizde size kızar, azarlar mıydım? Matematik dersinden dört aldığın için kızarken senin asıl yeteneğin olan resim dersinden aldığın beş notunu küçümser miydim hiç?

Çocukları başka çocuklarla kıyaslamanın yanlış olduğunu bilseydim seni hiç başkalarıyla kıyaslar mıydım? Sana başka çocukları örnek göstermenin doğru olduğunu sandığım için yaptım bunu ama büyük bir yanlış yapmışım. Yanlış olduğunu bilsem yapar mıydım hiç?

Ağladığın zaman “ağlar ağlar, alışır susar” demenin ne kadar yanlış olduğunu bilseydim, ağladığınız zaman yanınıza koşup gelmenin ne kadar önemli olduğunu bilseydim hiç ağlamalarınıza kayıtsız kalır mıydım? Yanınıza koşup geldiğimde içinizin güven duygusuyla dolduğunu bilseydim hiç sizi yalnız bırakır mıydım?

“Aman sakın dokunma, kırarsın” demenin içinizdeki merak duygusunu öldürdüğünü bilseydim hiç etrafınızı cam vazolarla, kırılacak eşyalarla donatır mıydım? Etrafınızı keşfetmek için dokunmaya ihtiyacınız olduğunu bilseydim eşyalarım kırılacak diye size engel olur muydum hiç?

Şimdi birer yetişkin olarak hayatlarınızı izlerken, hâlâ aynı yavrularım olduğunuzu hissetmek ve belki sizi olduğunuz gibi, her halinizle sevebiliyor olduğumu yeni yeni keşfetmenin heyecanıyla yazıyorum bu satırları. Karşılıksızca, beklentisizce sevebiliyor olmanın coşkusuyla yazıyorum.

Hakkınızı helal ediniz. Birer yetişkin olarak sizden tek isteğim, annenize bir duanızdır. Yaptığım hatalar aklınıza her düştüğünde, bu hataların izleriyle her karşılaşmanızda, acizliğimi hatırlayarak tekrar dua ediniz.
Muhabbetle kucaklıyorum. 

2 Ocak 2017 Pazartesi

Çocuklar başarı hikâyesi dinlemekten bıktı mı yoksa?


Geçtiğimiz günlerde sanat dünyasının başarılı bir isme ile yapılan bir söyleşiyi dinliyordum. Söyleşi sırasında sanatçı hanımefendinin paylaştığı bir konu dikkatimi çekti. Zaman zaman seminerlere katıldığından bahsediyordu. Son yaptığı seminerde en çok ilgi çeken konunun, başaramadığı ve reddedildiği alanlarla ilgili olduğundan bahsediyordu.

Bunu duyunca birden benim de içimde bir şeyler kıpırdandı. Sahiden başaramadıkları da varmış diye geçti içimden. Sanki kendimden bir parçayı buldum onda da... Onun da yapamadıkları varmış diye duymak, sanki içime bir su serpti.

Kendimdeki bu yeni fark ettiğim duygu durumu, çocuğu düşündürdü birden...
Çocuğun gözünde yetişkin, sadece yetişkin olmasından dolayı, güçlü kişi olsa gerek. Boyu ondan büyük, sesi ondan daha tok, onun beceremediği pek çok şeyi yapabiliyor, korktuklarından korkmuyor... Bu hali ile çocuğun ihtiyacı olan “güven kaynağı” nı temsil ediyor aslında yetişkin. Bir yandan da çocuk, güven kaynağını böylesi güçlü görme ihtiyacı içinde. Güçlü ve sağlam olmalı ki, ona tutunabilsin, onunla serpilebilsin yaşamın içinde...

Şimdi yetişkinler doğal hali ile zaten çocuğun güçlü görmek istediği bir yerde dururken, iş doğal sürecinden çıkıp, bir de çocuğun üzerinde daha fazla etkiye sahip olmak, ona söz geçirebilmek için, ne zorluklarla neleri başardıklarının hikâyelerini anlatıyor çocuklara.
“Bizim zamanımızda köye elektrik daha gelmemişti. Gaz lambasının ışığıyla ödev yapardık...” ya da “Okul öyle uzaktı ki, bir saat kadar dağdan bayırdan yürür, ancak öyle varırdık okula. Hem de kar kış demeden...” gibi sözler tanıdık geliyor mu bilmiyorum...

Hâlbuki ders çalışmak istemeyen çocuğun, bir zamanlar onun gibi ders çalışmak istememiş olan bir yetişkinin bu hatırasını duymaya ihtiyacı olsa gerek... Karanlıktan korkan bir çocuk, babasının da bir zamanlar onun gibi korkuları olduğunu duyduğunda, sadece bu bile ona teselli olabilir. Yumurtayı kırmayı beceremeyen bir çocuk, annesinin de bir zamanlar yumurtayı kâh ocağın üzerine, kâh tezgâha kırdığını duyduğunda, cesaretlenip yeniden deneyebilir.


Hatta bir öğretmen, anlattığı matematik dersinden bir zamanlar ne kadar düşük notlar aldığından, anlattığı İngilizceyi ilk öğrenmeye başladığı sırada hiç anlamayacağını zannettiğinden, kendisi de girdiği sınavlarda ne kadar da heyecanlanıyor olduğundan bahsedebilir...

Ve bu hikâyeler, çocuğa güven verir... Yetersizlik hissinin ruhunu kaplamasına engel olur. O güçlü yetişkin de yaşamış bu halleri; şimdi ise yapabiliyor. Demek ki bir gün o da yapabilir yani. Bugün Matematik çözemese de, belki bir gün Matematik anlatabilir. Çünkü öğretmeni de öyleymiş. Şimdi korktukları olsa da, bir gün çok cesur bir delikanlı olabilir. Tıpkı babası gibi...

Yetişkinlerin çocuğa güçlü ve eksiksiz görünmeye çalışarak ona iyi örnek olma gayreti, bir yandan çocukta yetersizlik hissini filizlendiriyor olabilir. Hâlbuki dürüst olalım... Hangi yetişkin bir zamanlar altına kaçırmadı ki? Hangi yetişkin üzerine yemek dökmedi ki? Hangi yetişkin ayakkabısını ters giymedi ki? Hangi yetişkinin anlayamadığı, düşük notlar aldığı dersler olmadı ki?


Sadece olduğu gibi, olduğu kadar olan bir yetişkin... Çocuğun ihtiyacı, bu olsa gerek... Böylesi bir yetişkinin çocukluk hatıralarını defalarca anlattırarak, hayalinde canlandırdıkları ile yaşamını şenlendirmek olsa gerek... 

31 Aralık 2015 Perşembe

Alan Kavramı gelişmemişse...

İki kız çocuğu olan bir annenin sorusu ve cevap olarak paylaştıklarımı buraya da aktarmak istedim...

Soru:

Küçük kızım merak duygusu ile dopdolu ve her yeri, her şeyi keşfetmek istiyor. Biz de tehlikeli bir şey olmadıktan sonra hiç engellemiyoruz. Diğer taraftan ablası herhangi bir oyun kurduğunda ya da farklı şeylerle meşgul olurken ufaklık geliyor, anında her şeyi yıkıveriyor, çekiyor... vs. Tabii doğal olarak kızım buna bağırarak, bazen de ağlayarak tepki veriyor.

Farklı yöntemler denedim, ufaklık oraya erişemesin diye meşgul ettim ya da farklı bir şey verdim ama olmadı. Büyüğe izah etmeye çalışıyorum; o daha bebek, oynamasını bilmiyor, yaptığın şeyler ilgisini çekiyor... vs. diye ama pek bi faydası olmuyor.  Olmamasını da anlıyorum, neticede oyun çocuğu... 

Cevap:

Galiba şu anda büyük kızınız "alanına" giriliyor olmasından dolayı tepkili. Bu çok insani bir hal. Alanına girilen herkes bu tepkiyi verir. Belirlenmemiş alanlar, birbirimizin alanına girmemize neden oluyor ve kaygıya neden oluyor sanırım. Siz de anne olarak birbirini rahatsız etmemeleri için bir yandan küçük çocuğu oyalamaya çalışarak, bir yandan da büyüğü ikna etmeye çalışarak, fazlasıyla bir enerji harcamak zorunda kalıyor olmalısınız. 

İsterseniz alan belirleyerek başlayın. Mesela, bir halı ile bu alanı belirleyebilirsiniz. Büyük kızınız bu halıda iken, siz de dahil, babası da dahil, eve gelen misafir ya da aile büyükleri de dahil, hiç kimse o alana ve o alandaki herhangi bir şeye müdahale etmiyor olmalı. Çünkü orası "kızınızın alanı". 

Alan konusundaki hassasiyetinizi, ilk olarak kendiniz uygulayarak kızlarınıza tecrübe ettirebilirsiniz. Mesela evi süpüreceksiniz ve kızınız halının üzerinde bir şey ile ilgileniyor. O sırada onun alanına hiç zarar vermeden, itina ile onun halısının etrafından dolaşarak geçişiniz, ilk olarak büyük kızınızın, yukarıda bahsettiğim kaygıdan kurtulmasına neden olur sanıyorum. Bu kaygıdan kurtuldukça, o alanda iradenin sadece kendisinde olduğunu hissettikçe, emniyet hissi ile sükunet bulur. 

Küçük kızınız o alana her müdahale ettiğinde ona da kararlılıkla "Annecim orası ablanın alanı. İstersen bir izin alalım." dediğinizde, büyük kızınızın emniyet hissi daha da güçlenir. Bu arada küçük kızınız da bu düzeni öğrenmeye başlar. Eğer abla, kardeşinin alanına girmesine izin vermiyorsa, hiç ikna edilmeye çalışılmadan bu kararına saygı duyulması gerekir. Belki bu arada küçük kıza da bir alan oluşturulabilir.

Alan, çocuktan bir beklentiye girmek için ya da çocuğu dışarıdaki dünyadan tecrit etmek için değil, çocuk için kendi iradesi ile emniyet içinde kalabileceği sınırları çizmek için oluşturulur. 

Adem Hoca bir şeyden bahsetmişti. "Çocuklar paylaşmak ister; emniyet duymadıkları için paylaşamazlar." demişti. Büyük kızınız, kendi alanı ile ilgili emniyet hissini içselleştirdikçe, kardeşi ile daha paylaşabilir olacaktır İnşallah. 

Alan kavramı, benlik gelişiminde çok önemli bir yer tutuyor. Programlarda zaman zaman bahsediyor Adem Hoca. İsterseniz arşivden konu ile ilgili bir tarama yaparsanız, daha da ufuk açıcı olacaktır. Alanındaki güven hissi, benliğin güven hissi ile güçlenmesine vesile oluyor sanırım. 

Bununla birlikte, alanına girilmiş bir çocuğu, alanına girilmesine ikna etmeye çalışmak da, çocuğun benliğini zayıflatmak olur herhalde. Mesela eve gelen ve bu kuralı bilmeyen misafirin çocuğu ile ilgili "Ama o misafir, hadi izin ver, bak bir daha gelmezler, onlara gidince o da sana izin vermez" gibi ikna edici cümleler, zorla alanına girilmesinden dolayı benliği zayıflatıcı ifadeler olsa gerek... 


Bu arada, kızınızda alan kavramı yerleştikçe, odasını ayırmak, ona yeni bir alan oluşturmak olacağı için, sanırım keyifli bir sürece dönüşür...

1 Ekim 2015 Perşembe

Oyuncak Paylaşamama Sorunu Üzerine

Anadolu Pedagojisi email grubundaki bir soruda, 3 yaşını biraz geçmiş olan bir çocuğun oyuncaklarını paylaşmaması sorununa değinilmişti. Bu soruya dair paylaştıklarımı buraya da aktarmak istedim...

Bir eğitim sırasında Adem Hoca'nın "Çocuklar, güven duymadığı için paylaşamaz." dediğini hatırlıyorum. Çocuk, eşyaları ve oyuncakları ile kendini güven içinde hissettiği ve kendisine ait olan bir alanda hakimiyetin yalnızca onda olduğundan emin olduğu bir ortamda, rahatlıkla paylaşabilir. 

Alan kavramı gelişmemiş olan bir çocuk için başka bir kişinin elindeki bir oyuncak, istediği zaman alabileceği bir şeydir. Çünkü o kişinin alanını tanımıyor çocuk. Ve aldığı şeyi de artık onun elinde olduğu için kendine ait diye yorumluyor. 

Aynı çocuk, alan kavramı gelişmediği için, karşısındaki kişinin de aynı şeyi yapacağını düşünür. Yani ona ait bir oyuncağı birisi aldığı zaman, artık o kişiye ait olduğunu ve tamamen yitirdiğini zanneder. Başka birinin eline geçtiği anda artık ona ait olduğu zannına kapılır. Bu yüzden asla vermek istemez. 

Bir bireyin alanı, görünmez, farazi bir çizgi ile belirlenir. Biz bunu karşımızdaki kişi ile ilişkilerimizi ve davranışlarımızı şekillendirirken hissederiz ve hissettiririz. 

Mesela Ali'nin elindeki oyuncağı Mehmet almaya çalıştığı ve Ali de vermek istemediği bir sırada yanlarına gidebilirsiniz. Onlarla aynı boy hizasına inerek ve önce Ali ile göz göze gelerek "Ali, sanırım bu senin araban, değil mi? Bu araba sana ait, değil mi?" diyerek, Ali'ye ait olanı teyit edebilirsiniz. Burada aslında Ali'nin farazi alanını oluşturuyorsunuz. Böylece Ali, kendini güvende hissetmeye başlayacak. 

Sonra Mehmet'e dönerek "Mehmet, bu Ali'nin arabası, ona ait. Sanırım sen de bununla oynamak istiyorsun değil mi?" diyerek, hem Ali'nin alanına saygı duyan, hem de Mehmet'in duygularına saygı duyan bir tutum edinmiş olursunuz. Sonra "Bu arabayı ödünç almak istersen, yani oynayıp geri Ali'ye vermek istersen, bunun için Ali'den izin almalısın. Buna ancak Ali izin verebilir." dediğinizde, Ali'nin alanındaki arabanın hakimiyetini Ali'ye teslim etmiş olursunuz. Bu arada çocuklara "ödünç alma" kavramını edindirmiş olursunuz. 

Burada Ali'nin ödünç vermek ile ilgili bir karar vermesini kolaylaştırmak için saati kullanabilirsiniz. Ali'ye "İstersen şimdi araban ile sen oyna. Sonra saatin uzun çubuğu buraya geldiğinde Mehmet'e ver, sonra uzun çubuk buraya geldiğinde de Mehmet geri sana versin. Ne dersin?" diyerek, ödünç almanın somut karşılığını da göstermiş olursunuz. Eğer Ali bu fikre olumlu yaklaşırsa, "İstersen saat oraya geldiğinde Mehmet sana hatırlatsın mı?" diyerek Mehmet'in o süreyi beklemesini de kolaylaştırmış olabilirsiniz. Sonra da Mehmet oynarken Ali ona hatırlatabilir saati. 

Böylece her ikisinin de emin olabileceği bir çözüm sunmuş olabilirsiniz. Bununla birlikte Ali gene de paylaşmaya yanaşmayabilir. Buna da saygı duyarak Mehmet'e "Mehmet, sanırım Ali şu anda bu oyuncağı paylaşmak istemiyor. İstersen daha sonra tekrar sorabilirsin." dediğinizde, Ali, kendi alanının ve bu alana duyulan saygının farkına varmaya başlar. Bu konuda emniyette hissettiği kadar paylaşmaya yanaşacaktır İnşallah. 

Bu arada Ali ile Mehmet arasındaki diyalog, Mehmet'in oyuncağını Ali almak istediğinde de aynı şekilde geçmeli ki, herkes hem kendi alanından, hem de diğerinin alanından emin olabilsin... 

Bir kurgu ile aktaracağım derken fazla uzadı galiba :) 

Herkese ebeveynlik yolunda kolaylıklar dilerim :)  

28 Mart 2015 Cumartesi

an'a gel!

Hani kızmıştın geçenlerde birine
Seni alıp da 
Deniz kenarına götürmedi diye.
Biliyor musun?
O deniz kenarı var ya
Aynı yerde 
Vefalı bir dost gibi
Hala seni beklemekte...

Sen kızarken birilerine
Yaşam satır satır, sayfa sayfa
Önünden geçip gitmekte
"An"lar bütünü zaman
An an akıp gitmekte.

Hadi, boş ver bu kızdıklarını
Bıraksın artık bu öfke yakanı
Geçmişten gel, gelecekten dön
Gör sadece bulunduğun "an"ı