23 Ocak 2014 Perşembe

Vicdan ile eğitimin şartı: Yavaşlık

Vicdan, o kadar hassas bir ölçü, insanın o kadar hassas bir tarafı ki... Belki de bu yüzden benliğin en derin yerlerinde bir yerlerde, sanki bütün etkilerden uzakta tutulmak için saklanmış gibi duruyor. Hani kuyumcu terazileri olur minik gramlarla altınları hassasiyetle tartmak için. Bu terazilerin hassasiyeti o kadar fazladır ki, o hassasiyet ile hava akımına bile duyarlı olduğu için, cam fanuslarda tutulur. İşte vicdan da sanki böylesi hassasiyete sahip bir ölçü. Bu yüzden öyle hemen dokunulamayacak, derinlerinde bir yerlerinde saklanmış insanın. 

Vicdanlı insan yetiştirememekten yakınıyoruz. Vicdan eğitiminden bahsediyoruz. Vicdanı diri diri nesillerin hayalini kuruyoruz. Niyetimiz bu iken, vicdana öyle bodoslama dalacak şekilde yaklaşıyoruz ki, oradan gelecek sesi iyice benliğin derinliklerine hapsetmiş olabiliyoruz. 

Bir delikanlı "Sende hiç mi vicdan yok be evladım!" diye haykıran biri karşısında vicdanının sesini duymaya başlayabilir mi? 

Bir çocuk "Utanmıyor musun ufacık kardeşini ağlatmaktan! Sen ne biçim abisin!" diye bağıran bir anneyi duyduğunda kardeşine karşı vicdani hislerini harekete geçirebilir mi? 

Bir genç kız "Ben sizin hizmetçiniz miyim! Biraz da sen tutuver şu işlerin ucundan!" diye tiz sesi ile seslenen bir annenin yanında, vicdani bir tutumla mı girişir ev işlerinde yardıma? 

Sanki birilerini acındırmayı başarabilirsek, o zaman çocuğun vicdanlı biri olmasını da sağlayacakmışız gibi... 

Halbuki vicdan, öyle kaba saba haller ile, adeta saldırırmışçasına çıkışlarla duyulabilecek ve dirilebilecek bir hassa olmasa gerek... Böylesi yaklaşımlar, olsa olsa vicdandan gelecek sesin bastırılmasına neden olur. Hatta belki de vicdanın vereceği o incecik ve tüm benliği saran sızıyı duymamak için, vicdanın etrafına kalın duvarlar örermişçesine derinlere saklanmasına neden olur. 

Eğer vicdanı harekete geçirmek istiyorsak, o derinlere doğru bizim de incecik bir hal ile, hiç korkutmadan, hiç kaçırmadan, ince ince bir yol açmamız lazım ki, oradan gelen ses duyulabilsin. 

Sert bir kayanın içinde incecik, nazik bir kanal açalım diyecek olsak bunu nasıl yapabilirdik? Mesela çekiçle vurarak olamaz bu. Dinamit patlatarak da olmaz. Kaya parçalanır, una döner, içinde bir kanal açacağınız bir şey kalmamış olur ortada. Ama o kayalıklarda ne incecik yollar açılmış sessizce, kimselere duyurmadan, yeri yerinden oynatmadan... 





Anadolu'nun sarp kayalık dağlarında, kayaların üzerinde bitmiş otlara, açmış çiçeklere şahit olanlar bilir. Ya da uçurumun kenarındaki kayanın üzerinden içine doğru köklerini salmış bir ağacın oradan göğe doğru yükselen halini hatırlayanlar bana hak verecekler.

Bir kayada, onu yıkmadan, dağıtmadan, bütünlüğünü bozmadan içine doğru ince bir yolu açmanın örneğini verir bize kainat. Sanki insanı dağıtmadan, parçalamadan, benlik bütünlüğünü bozmadan, derinliklerinden gelen sesi duyuracak bir kanalın nasıl açılacağını ders verir gibi... 

Öylesine sessizce, usulca, öylesine mütevazi, öylesine iddiasızca, bir o kadar da kararlı ve vaz geçmesine izin vermeyen bir irade ile ilerleyiştir bu... 

Eğer vicdan eğitiminde bahsedeceksek, ilk önce terk etmemiz gerekenlerden başlamalıyız belki de... İlk önce kabalıklarımızdan, insan ruhuna hitap etmeyen, insan olmaya yakışmayan hallerden kurtulmaya, hızlanmışlıklarımızdan sıyrılmaya ihtiyacımız var. 

Nitekim, kendi vicdanımızı duyabildiğimiz kadar diğer bir kişinin vicdanına hitap edebileceğiz...    
 


10 Ekim 2013 Perşembe

An'ı kaybedince...

Şimdiki an'da olmak, an'ı yaşamaktan bahsediyoruz da, kendimize uzaktan baktığımızda hep sonraki "an"ların peşinden koşar vaziyette görebiliyoruz. 

Neden hep bir sonraki adımda insan? Çünkü bir sonraki adımı planlayan biri olmak, önemli hissettiriyor insana kendini. Geleceğe dair planlar yapan kişi olmak, değerli hissettiriyor. 

Kahvaltıyı hazırlarken aklı öğle yemeğinde olmak, öğle yemeğini hazırlarken yapacağı temizliğe hayalen başlamak... 

Sabah işe giderken akşam geri dönüşü planlamak, akşam eve dönerken sabahki gidişini planlamak... 

Sürekli sonrakini takılmış bir yaşamda, hiç şimdikini yaşayamamış biri, şimdiki an'da olmanın tadını biliyor mudur? 

Belki hayatın ilk yıllarındaki tetiklemelerle, "hadi hadi"lerle, "çabuk ol"larla, insan şimdiki an'da olmayı, sadece bulunduğu an'da kalmayı, asla yapılmaması bir şey olarak işlemiştir bilinç altına. An'ı yaşamak, yapılmaması gereken şey olarak kazınmıştır hayatın ilk tecrübelerinde. 

Halbuki sonraki adımların hesabını yapmaktan, attığı adımları hissedemez olur insan. 

Halbuki insan olmanın, insan olarak yaşamanın değeri, ancak an'da gizlidir. Suyun parmakları arasından akışını hissetmekte, şekerin ağzında dağılışını duymakta, ayağının bastığı yerin farkında olmakta gizlidir.

An'ı yitirdiğimizden beri değerimizi yitirdik; sonraki an'da arayıp duruyoruz... Sonraki an'a koşup duruyoruz...

20 Eylül 2013 Cuma

"Hayır" diyemeyen çocuk

Bu sabah haberlerde, uyuşturucu madde bağımlılığı ile ilgili bir haber dinliyordum. Madde bağımlılığının azaltılması için alınabilecek tedbirlerden bahsediliyordu. O sırada bir istatistik verildi: Madde bağımlısı çocukların ortak bir özelliği, hayır diyemiyor olmalarıymış.

Aklımda bir yığın kare canlandı.

"Hayır deme bana!" diye tizleşmiş sesi ile bağıran bir anne... Neden hayır demeyecek? Çocuğu onun istediği gibi giyinmedi diye, onun istediği yemeklerden, onun istediği kadar yemedi diye, onun istediği sırada evden çıkmadı diye...

Çocuğun "hayır" demelerinde maruz kaldığı muamele, vaz geçiriyor "hayır" demekten.

"Hayır dersem ne olur?" kaygısı ile, içinden geçenleri olduğu gibi getiremeyen, içinden gelen kişi olamayan çocuklar yetişiyor.

Bugün bizim yanımızda "hayır" demeyi güven içinde tecrübe edemeyen çocuk, yarın ona kimden geleceğini bilmediğimiz tekliflerin karşısında da "hayır" diyemeyen kişi olabiliyor.

Keşke çocukların bize rahatça "hayır" diyebiliyor olmasının keyfini süren anne babalar, öğretmenler olabilsek... O zaman çocukla uyum içinde yaşamayı da öğrenebileceğiz.  

14 Eylül 2013 Cumartesi

Yaşam enerjisi mi dediniz?

Günlük hayatın içinde çaresiz kaldığımız, hayattan bezdiğimiz, bir dua etmeye, halimizi göz yaşı ile Makam'ına iletmeye bile gücümüzün kalmadığı zamanlara bakıyorum. 

İnsan böyle olmamalı... Bu kadar mağlup bir eda ile, zorla bir günü diğerine bağlayarak yaşamak zorunda kalmamalı... İnsan bu değil aslında...

İnsan yaşam enerjisini nerede tüketiyor da hayat bu kadar tahammül edilemez oluyor?

İnsan olduğu hali ile kalamadığında, "kendi"nden ödün vermek zorunda kaldığında, doğal halini kaybederek başka başka maskelerin ardında yaşamına devam etmeye kalktığında... İşte o zaman enerjisini "başka biri" olmak için harcıyor ve tükenip gidiyor... 

Tam da böylesi bir zamanda, çocuk annesinin yanında olup ondan huzur solumak istediği bir sırada anne birden feryat ediveriyor: "Bu çocuk neden bu kadar bana düşkün? Hiç ayrılmayacak mı benden?" 

Ya da babasının okuduğu gazetenin üzerine sevecenlik ile atlayarak babası ile bir şeyler oynama hevesindeki çocuk, babasının kükreyen hali ile tam aksi bir cevap alabiliyor: "Tüm gün yoruluyorum zaten, eve gelince de bir rahat gazete okuyamayacak mıyım?"

Komşu hanım yanından geçerkenki bakışı, kayın validesinin hazırladığı sofraya hiç iltifat etmemesi, görümcesinin gittiği bir yere haber vermeden gitmiş olması... 

Doğallığını yitirmiş kişi için hayatın bir tebessümle geçilebilecek anları, tahammül edilemez oluveriyor. 

Bazen beklentiler insanı uzaklaştırıyor kendinden. Halbuki etrafındaki herkesin beklediği kişi olmak kadar imkansız bir vazifeye bürünmüştür kişi o sırada. Karşılaştığı her farklı kişinin ilk önce kendisinden beklentisini sezmeye, sonra da o beklentiye cevap veren bir hale bürünmeye harcar kendisini.

Bazen etrafında sürekli olumlu bir hava oluşturma, çıkması muhtemel problemleri böylesi toz pembe bir hava ile saklama gayreti, kendisinden uzaklaştırıyor insanı. Etrafa sürekli her şeyin yolunda gittiğine dair sinyal vermeye çalışırken, insanın hayatı doyasıya yaşayacak enerjisi kalmıyor.  

Bazen kendisini korumak için gardını almış, sanki sürekli bir kavganın mücadelesi içinde olan hali alıkoyuyor insanı doğal olmaktan, olduğu gibi kalmaktan. Sürekli tedbirli, sanki karşısında keskin nişancı bir düşmanı varmışçasına sürekli tetikte kalmaya çalışmak, bitiriyor insanın yaşam enerjisini.

İnsan bir bilseydi bunca gereksiz, üzerine vazife olmayan yükü taşımaktan dolayı tahammülünün kalmadığını... 

Bir anne bilseydi ağlayan çocuğunun sesine dayanamayan halinin ne çocukla, ne de sesle ilgisinin olmadığını... 

Bir baba bilseydi ailesinin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri karşısındaki çaresizliğinin aslında istenilen şeylerle hiç de alakası olmadığını... 

Bir öğretmen bilseydi anlattığı konu anlaşılmadığı zamanki öfkesinin aslında öğrencilerine hiç de bağlı olmadığını... 

Hayat taşınamayacak yüklerle dolu değil; sırtımıza yüklenmiş yükler hayatın tatlı cilvelerini tahammül edilemez hale getiriyor. 

Bir olduğumuz gibi olabilsek, bir olduğumuz kadar kalabilsek, o zaman hayat da acısı ile tatlısı ile tadına doyulmaz olacak.