(Aşağıda, 20 yıl sonrasından çocuklarıma yazdığım ve Moral Dünyası Dergisi'nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmış olan mektupları okuyacaksınız.)
Sevgili Oğlum,
Sen benim ilk evladımsın. Annelik duygularımı tüm coşkunluğuyla yaşadığım ilk sarhoşluğumsun. Kollarımın arasında bana kendini öylece teslim edivermiş halindeki sıcaklığı hâlâ duyuyorum koynumda… Belki sen bana sığınıyordun, ama ben de bunu fırsat bilip sana sığınıyordum ruhumun yorgunluklarından, yaralarından… Belki bu yüzdendi, seni içimin her derdine derman ilan edivermiş olmam…
Birden bire minicik bedeninle geliverdiğin hayatın daha başındayken beklentilerimin girdabına sürükleyiverdim seni… Önce boyunu, kilonu yarıştırdım başkalarıyla… Sonra konuştuğun kelime sayısını, saydığın sayıları… Sonra aldığın notları, kazandığın okulları...
Benim yapamadıklarımın yapıcısı olacaktın sen çünkü… Benim ulaşamadıklarıma sen ulaşacaktın. Bunu aslında senin (!) için istiyordum. Sen de bir gün yapamadıklarından, başaramadıklarından dolayı benim hissettiklerimi yaşamayasın diye istiyordum.
İnan oğlum, hiç mi hiç farkında değildim o sırada seni içine tıkmakta olduğum parmaklıkların… Olduğun kadar olmanın, olduğun gibi olmanın hafifliğini ve özgürlüğünü sana yaşatmadığımı fark etmem için 30 senenin geçmesine gerek var mıydı? Bilemiyorum…
Seninle gurur duymak istiyordum, bunun için can atıyordum. Ve koltuklarımı kabartamadığın her durumda bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Sürekli beni utandıracağın endişesini taşıyordum. Gittiğimiz bir evde, çıktığımız alışverişte, evimize gelen misafirlerin yanında, beni utandıracağın kaygısıyla tedbirler alarak yaşıyordum hayatı. Bir yere çay dökülecek, birisinin çocuğuyla kavga edip ağlatacaksın, birinin bir eşyasına senden bir zarar geliverecek diye sürekli tetikte geziyordum peşinde.
Ah birilerinin bir şeyleri kırılsaydı, bana çocuğunu yetiştirmeyi becerememiş anne deselerdi de, şimdi otuzlu yaşlarda bir baba olan oğlum, gelip dizlerime başını bir koyuverseydi, saçlarını okşasaydım, sırtını sıvazlasaydım… Ama dizlerimi baş konulmaz hale getirmekle geçirmişim o yıllarımızı…
Hırçınlaştığın zamanları hatırlıyorum. Beceriksiz anne damgasını yeme kaygısı, çocuğumu hırçınlaştırmayı nasıl becerebildiğimi görmeme perde oluyordu. Hatta duyduğum mahcubiyeti örtebilmek için harcıyordum duygularımı, seni hissetmeye harcayacağım yerde…
Bugün karşımda iki çocuk babası bir beyefendi olarak oturan halinin hayali o günlerde gözlerimin önünden birazcık geçseydi, bilmiyorum o seni hizaya getirmeye çalışan bakışlarla bakabilir miydim?
Sevgili Kızım,
Dünyaya geldiğin ilk günlerde, bir çocuğun sorumluluğunu üstlenmeyi becerememiş bir anne olarak, ikinci çocuğumla bu vazifeyi nasıl kotaracağım kaygısını taşıyordum. Belki kucağımda sadece seni taşıyordum ama sırtımda kocaman bir yük vardı taşımakta zorlandığım. Kendi kendime hayatı nasıl da yük haline getirdiğimi, o yıllara hayalen yolculuk ettiğimde izliyorum. Harika bir anne, maharetli bir ev hanımı, ideal bir eş üçgeni arasında can çekişmekteyken hiç birini de tam yapamıyor olmanın verdiği ıstırabı yaşıyordum içimde…
Halbuki, hayatımın en fazla beş-altı senesini kaplayacak bir zaman diliminde, kendimi sadece size bırakmayı seçseydim, hem sırtımdaki gereksiz yüklerden kurtulmanın hafifliği, hem de doyasıya anneliğimi yaşamanın keyfiyle o dönemleri geçirebilirdim belki... Siz de sürekli bir şeyleri yetiştirmesi gereken bir anneye ayak uydurma çabası içinde, hayatın tadına varmaktan mahrum kalmazdınız…
Mesela ağabeyinle birbirinize su atabilseydiniz… Yağmurdan sonra sokaktaki su birikintilerinde doyasıya zıplasaydınız… Yemeklerin tuzunu, biberini, çayımın şekerini hep siz katsaydınız… Bir defasında da sizin için bir köpüklü su yapsaydım da, ellerinizi kaplamış köpüklerin şeffaf topçukları içinde yüzen bakışlarınızı ben de uzaktan seyredebilseydim. Televizyonu izlediğim ilgi ve merakla sizi dinleseydim de, bana da içinizi açsaydınız… Hayal dünyanızın zenginliğiyle harmanlanmış dopdolu duygu dünyanızdan nasiplenseydim ben de…
Şimdi hiç olmazsa torunlarıma bunları yaşatayım diye kendimi bir anneanne olmaya bıraktığım her anda, doyasıya yaşamanıza izin vermediğim her an için içim tekrar sızım sızım sızlıyor.
O sırada, bir gün, evlatlarının annesi, eşinin hayat arkadaşı bir hanımefendiye emanetçilik ediyor olduğumun farkında olsaydım, o hanımefendinin hayatın her anını sükûnet içinde doyasıya soluklaması için her işimi bırakır, tüm telaşlarımdan kendimi arındırırdım sanıyorum.
Sevgili yavrularım,
Biliyor musunuz, belki yaptığım en doğru şey, tüm bunlardan duyduğum pişmanlıktan dolayı sizden helallik istediğim, gözyaşları içinde özür dilediğim gün yaptığım şeydi. Belki hayatımda en olmadığım kadar olduğum gibiydim o sırada. Kendi ruhumun yaralarını sizinle sarmaya çalışırken, sizin içinizde büyüttüğüm yaralar, oluşturduğum yoksunluklar, artık gözyaşlarıyla onarılabilecek cinsten değildi ama gene de af diliyordum sizi bana Emanet Eden’den… Başka yapacak bir şeyim yoktu çünkü…
Şimdi çok iyi anlıyorum ki yapmam gereken sizi “terbiye” etmek yerine kendimi “terbiye” etmekmiş. Sizi “yetiştirmek” yerine önce kendimi “yetiştirmeliymişim”. Eğer önce ben kendimi terbiye edebilmiş ve yetiştirebilmiş olsaydım şimdi yüreğimi yakan hataları yapmayacaktım. Bilseydim hiç yapar mıydım?
Eğer sizinle tepeden bakarak konuşmanın yanlış olduğunu bilebilseydim hiç yapar mıydım bunu? Bir çocukla iletişim kurabilmenin en iyi yanının onunla göz teması kurmak olduğunu bilseydim hiç bunu yapmaz mıydım?
Eğer okul başarısının sadece not olmadığını bilseydim karnenizi getirdiğinizde size kızar, azarlar mıydım? Matematik dersinden dört aldığın için kızarken senin asıl yeteneğin olan resim dersinden aldığın beş notunu küçümser miydim hiç?
Çocukları başka çocuklarla kıyaslamanın yanlış olduğunu bilseydim seni hiç başkalarıyla kıyaslar mıydım? Sana başka çocukları örnek göstermenin doğru olduğunu sandığım için yaptım bunu ama büyük bir yanlış yapmışım. Yanlış olduğunu bilsem yapar mıydım hiç?
Ağladığın zaman “ağlar ağlar, alışır susar” demenin ne kadar yanlış olduğunu bilseydim, ağladığınız zaman yanınıza koşup gelmenin ne kadar önemli olduğunu bilseydim hiç ağlamalarınıza kayıtsız kalır mıydım? Yanınıza koşup geldiğimde içinizin güven duygusuyla dolduğunu bilseydim hiç sizi yalnız bırakır mıydım?
“Aman sakın dokunma, kırarsın” demenin içinizdeki merak duygusunu öldürdüğünü bilseydim hiç etrafınızı cam vazolarla, kırılacak eşyalarla donatır mıydım? Etrafınızı keşfetmek için dokunmaya ihtiyacınız olduğunu bilseydim eşyalarım kırılacak diye size engel olur muydum hiç?
Şimdi birer yetişkin olarak hayatlarınızı izlerken, hâlâ aynı yavrularım olduğunuzu hissetmek ve belki sizi olduğunuz gibi, her halinizle sevebiliyor olduğumu yeni yeni keşfetmenin heyecanıyla yazıyorum bu satırları. Karşılıksızca, beklentisizce sevebiliyor olmanın coşkusuyla yazıyorum.
Hakkınızı helal ediniz. Birer yetişkin olarak sizden tek isteğim, annenize bir duanızdır. Yaptığım hatalar aklınıza her düştüğünde, bu hataların izleriyle her karşılaşmanızda, acizliğimi hatırlayarak tekrar dua ediniz.
Muhabbetle kucaklıyorum.