24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir 'Hâl'e bürünmüşsen...

Bazen günlük yaşamın herhangi bir anında yaşadığımız küçük bir şey sırasında kendimize dışarıdan bakabildiğimiz bir anda, gördüğümüz şeye anlam vermekte zorlanabiliyoruz.

Mesela çocuk su istemiş diye "Ben sizin hizmetçiniz miyim? Biraz da kendi işinizi kendiniz yapın!" diye feryat figan eden bir vaziyette bulabiliyoruz kendimizi.

Parktan eve dönüleceği saatte çocuk illa da eve gitmeyeceğim diye tutturdu diye çileden çıktığımız, öfkemizi burnumuzdan soluduğumuz bir halde bulabiliyoruz kendimizi bazen de.

Bir dükkandaki beğendiğiniz bir şeyin fiyatını sorduğumuzda, beklediğimizden daha yüksek rakamlar duymuş isek, sanki kendimize bir hakaret duymuş gibi sinirlendiğimiz oluyor mesela...

Aslında tek başına bir olay olarak bakıldığında, hiç de çaresiz olunmayan, hiç de öyle dermansız bir dert gibi bizi yıkabilecek olaylar değil bunlar... Ama neden çileden çıkıyor insan?

İnsan, aslında benliğinin halleri ile görüyor yaşamı. Benliğinin hali, onun yaşama baktığı pencere gibi oluyor, hatta yaşamdan gördüklerini adeta o hal belirliyor. 

Ne kadar şeffaf ise bulunduğu hal, yaşamı o kadar olduğu gibi görebiliyor.Ne kadar koruma kalkanları ardına saklanmış ise, yaşamı o kadar olduğu halinden bambaşka algılıyor...

Arkadaşının gittiği bir yere kendisini davet etmediğini duyan kişide, değersizlik hissi uyanıyor örneğin. Kırılıyor, inciniyor bu durumdan... İncinmişlik hali benliğini korumaya geçiriyor. İşte tam o sırada eşi "Yemekte bir değişik koku var, değişik bir şey mi kattın?" diye soracak olsa, işte o zaman o koruma kalkanları ile manzarayı yorumluyor ve tepkisini veriyor: "Sen de hiç kıymet bilmedin ki zaten!" 

Yani aslında çoğu zaman savunma halinin intikamını aldığı kişi, hiç de suçu olmayan bambaşka birisi oluyor. Nazımızın geçtiği, yaşamı paylaştığımız, zaten ayrılmayacağımız, elimizde olan birisi oluyor; ya çocuğumuz, ya eşimiz, ya en yakın arkadaşımız... Yani çok yakınımızdaki birileri... En yakınımızdakilere, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlerle zarar veriyoruz yani...  

Peki sürecin başına gelelim... Arkadaşımız bizi davet etmedi de başkalarını davet etti diye uyanan değersizlik hissi... Nereden geliyor bu his? 

İşte burası belki de işin çözüm noktası... Benim de bu satırlara sığdıramayacağım bir nokta... İnsan aslında değerlidir, hem de her şeyden çok... Ama değersiz zanneder işte... Bu zannetmesinin bir sonucu olarak kırılgandır, incinir hep, küsüverir hemen... 

Belki de yaşamının ilk yıllarında düşmüştür bu "değersizlik" evhamı onun içine... Öyle zannettirilmiştir... Çünkü "Çocuk dediğin söz dinler, sen nasıl çocuksun böyle?" diye azarlanmış, çocuksu coşkularını yaşadığı bir sırada "Yeter, azıcık oturun!" diye tiz bir ses yüreğinde ürperti uyandırarak bağırmış, "Senden adam olacak da ben de göreceğim!" diye imalı sözler yüreğine yüreğine saplanmıştır... 

Geçmişte ne olursa olsun, bildiğim bir şey ver: Değersizlik, sadece bir evhamdır, aslı yoktur... O yüzden bugün, insan olmanın tadına varabildiğimiz, insan olmanın değerini içimizde duyabildiğimiz kadar bu hislere galip gelebiliriz... 



İnsanın değerine dair tüm sırlar, içimizde gizli çünkü... Hala orada duruyor... Hadi o zaman :)

Hiç yorum yok: