12 Eylül 2014 Cuma

Koş evladım, koş!

Geçtiğimiz haftalarda bir okulun öğretmenlerine düzenlediği seminerin çay arasında, ikinci kez emekli olacak kadar mesleğine emek vermiş değerli bir hocam ile tanıştım. Beyefendi, ilköğretim sınıf öğretmeni olarak görevine devam ediyordu. Seminer sırasında çocuklara duyarlı yaklaşımdan bahsedince çay arasında bu konuya dair birkaç kelam etmek istemiş, bir araya geldik.

Bugünkü sistemin bütün sorununun, çocukları yarış atına çevirmiş olmaktan kaynaklandığını konuşuyorduk. O sırada bir başkası emektar hocaya sordu: “Hocam, siz 70 kişilik sınıflar okuttunuz mu?” Hemen şu cevap geldi: “Tabi canım… Aslında çok çocuğu okutmak kolay, az çocuk ile ilgilenmek zordur. O kadar çocuğun içinden kimileri çabucak öğrenirdi mesela. O çocuğu alır, henüz öğrenememiş iki çocuğun arasına oturturdum. Öğrenen çocuk, yanındakilere öğretirken bir yandan da kendisi pekiştirirdi.”


Bugün böyle bir durum karşısındaki velileri hayal ettim. Hayalimi basan serzenişler yükseldi velilerden: “Hocam bizim çocuk ilerleyemiyor, sınıfın ilerisinde gidiyor. Ama sınıftaki diğer çocuklara takılıyor…”

Sonra velilerin bu taleplerinden dolayı daha birinci sınıf itibariyle öğrencileri “seviyelerine göre ayırma” çabasına giren okullar aklıma geldi.

Hatta okul öncesi dönemleri de kaplayan bir kaygı hakim  anne-babaların beklentilerine. Çocuğunun, kendisinden bir yaş - iki yaş daha küçük çocuk ile aynı ortamı paylaşacağını duyan ebeveynler, küçük çocuklardan dolayı kendi çocuğunun gelişiminin sekteye uğrayacağı kaygısını taşıyor.

Çocuklar şimdilerde bir yarışın tam da ortasına düşerek geliyorlar dünyaya. Sürekli daha iyisi ile kıyaslanarak, başlangıçta daha hızlı kilo alan, boyu uzayanlar ile, sonrasında daha önce konuşanlar ile, sonra okul başarısı ile hep kıyaslayarak giden, hep öndekini kovalamak zorunda bırakan bir yarışın tam da göbeğine düşüyorlar daha hayatlarının ilk yıllarında…
Bu kaygıların sonucu olarak etrafındaki herkes çocuğun gelişimini tehdit eden unsurlara dönüşürken, çocuk bireyselleşiyor. Olanca insanın içinde yapayalnız kalıyor. Her zaman tek başına en önde olması gerektiği için, arkasına bakarsa yarıştaki hızı düşeceği için, önündeki herkes onun için birer tehditten ibaret olduğu için tek başına kalakalıyor hayatın orta yerinde…

Çocukları yarıştıracağız diye, ne kadar da insanî metodları yakın geçmişimize gömmek zorunda kalmışız. Yukarıda bahsettiğim değerli hocamın öğrencileri arasında kurduğu ilişki, kollektif şuura sahip, etrafındaki her kimseyi olduğu gibi kabullenebilen, etrafının ihtiyaçlarını tehdit zannetmekten uzak nesillerin yetişmesi için ne kadar güzel bir zemin oluşturuyor.
       
İnsanın, yarışmadığı taktirde atıl kalacağını zannetmek ne talihsiz bir yanılgı…

Halbuki bilimsel bir devrimin mimarı olan Einstein kiminle yarışarak yaptı bu devrimi? Onunla yarışabilecek kapasitede bir çağdaşı var mıydı?

Yüzyıllar öncesinden tüm insanlığa seslenebilecek kadar güçlü sesleri olan Mevlana ve Yunus Emre hazretleri, kiminle yarışıyordu bu hale gelmek için?

Her biri birer yıldız gibi olan sahabe efendilerimizin hangisi diğeri ile kıyaslandı, hangisi diğerini geçmek, öbürünü geride bırakmak dürtüsü ile bugün rehber edindiğimiz önderler oldular ki?

Bediüzzaman Hazretleri bugün tefekkür ufkumuzu açan eserlerini yazarken kiminle yarış halindeydi? Var mıydı onunla aynı kulvarda yarışabilecek birisi?

Yanılıyoruz… Yarışacağı kimsesi olmayan bir çocuğun zihinsel ve ruhsal gelişiminden duyduğumuz endişe kadar yanılıyoruz…


Çünkü insan, aklî, kalbî, vicdanî melekeleri harekete geçirilerek inkişaf eder, tekamül eder. Bu da sükunet içinde geçirilmesi gereken ruhsal bir süreçtir. Çocuğu yarıştırmak ise, bu sürecin olmazsa olmazı olan sükuneti baltalamaktan ibarettir.

Hiç yorum yok: