Geçtiğimiz haftalarda bir okulun öğretmenlerine düzenlediği
seminerin çay arasında, ikinci kez emekli olacak kadar mesleğine emek vermiş
değerli bir hocam ile tanıştım. Beyefendi, ilköğretim sınıf öğretmeni olarak
görevine devam ediyordu. Seminer sırasında çocuklara duyarlı yaklaşımdan
bahsedince çay arasında bu konuya dair birkaç kelam etmek istemiş, bir araya
geldik.
Bugünkü sistemin bütün sorununun, çocukları yarış atına çevirmiş
olmaktan kaynaklandığını konuşuyorduk. O sırada bir başkası emektar hocaya
sordu: “Hocam, siz 70 kişilik sınıflar okuttunuz mu?” Hemen şu cevap geldi:
“Tabi canım… Aslında çok çocuğu okutmak kolay, az çocuk ile ilgilenmek zordur.
O kadar çocuğun içinden kimileri çabucak öğrenirdi mesela. O çocuğu alır, henüz
öğrenememiş iki çocuğun arasına oturturdum. Öğrenen çocuk, yanındakilere öğretirken
bir yandan da kendisi pekiştirirdi.”
Bugün böyle bir durum karşısındaki velileri hayal ettim.
Hayalimi basan serzenişler yükseldi velilerden: “Hocam bizim çocuk
ilerleyemiyor, sınıfın ilerisinde gidiyor. Ama sınıftaki diğer çocuklara
takılıyor…”
Sonra velilerin bu taleplerinden dolayı daha birinci sınıf
itibariyle öğrencileri “seviyelerine göre ayırma” çabasına giren okullar aklıma
geldi.
Hatta okul öncesi dönemleri de kaplayan bir kaygı hakim anne-babaların beklentilerine. Çocuğunun,
kendisinden bir yaş - iki yaş daha küçük çocuk ile aynı ortamı paylaşacağını
duyan ebeveynler, küçük çocuklardan dolayı kendi çocuğunun gelişiminin sekteye
uğrayacağı kaygısını taşıyor.
Çocuklar şimdilerde bir yarışın tam da ortasına düşerek
geliyorlar dünyaya. Sürekli daha iyisi ile kıyaslanarak, başlangıçta daha hızlı
kilo alan, boyu uzayanlar ile, sonrasında daha önce konuşanlar ile, sonra okul
başarısı ile hep kıyaslayarak giden, hep öndekini kovalamak zorunda bırakan bir
yarışın tam da göbeğine düşüyorlar daha hayatlarının ilk yıllarında…
Bu kaygıların sonucu olarak etrafındaki herkes çocuğun
gelişimini tehdit eden unsurlara dönüşürken, çocuk bireyselleşiyor. Olanca
insanın içinde yapayalnız kalıyor. Her zaman tek başına en önde olması
gerektiği için, arkasına bakarsa yarıştaki hızı düşeceği için, önündeki herkes
onun için birer tehditten ibaret olduğu için tek başına kalakalıyor hayatın
orta yerinde…
Çocukları yarıştıracağız diye, ne kadar da insanî metodları
yakın geçmişimize gömmek zorunda kalmışız. Yukarıda bahsettiğim değerli hocamın
öğrencileri arasında kurduğu ilişki, kollektif şuura sahip, etrafındaki her
kimseyi olduğu gibi kabullenebilen, etrafının ihtiyaçlarını tehdit zannetmekten
uzak nesillerin yetişmesi için ne kadar güzel bir zemin oluşturuyor.
İnsanın, yarışmadığı taktirde atıl kalacağını zannetmek ne
talihsiz bir yanılgı…
Halbuki bilimsel bir devrimin mimarı olan Einstein kiminle
yarışarak yaptı bu devrimi? Onunla yarışabilecek kapasitede bir çağdaşı var
mıydı?
Yüzyıllar öncesinden tüm insanlığa seslenebilecek kadar
güçlü sesleri olan Mevlana ve Yunus Emre hazretleri, kiminle yarışıyordu bu
hale gelmek için?
Her biri birer yıldız gibi olan sahabe efendilerimizin
hangisi diğeri ile kıyaslandı, hangisi diğerini geçmek, öbürünü geride bırakmak
dürtüsü ile bugün rehber edindiğimiz önderler oldular ki?
Bediüzzaman Hazretleri bugün tefekkür ufkumuzu açan
eserlerini yazarken kiminle yarış halindeydi? Var mıydı onunla aynı kulvarda
yarışabilecek birisi?
Yanılıyoruz… Yarışacağı kimsesi olmayan bir çocuğun zihinsel
ve ruhsal gelişiminden duyduğumuz endişe kadar yanılıyoruz…
Çünkü insan, aklî, kalbî, vicdanî melekeleri harekete
geçirilerek inkişaf eder, tekamül eder. Bu da sükunet içinde geçirilmesi
gereken ruhsal bir süreçtir. Çocuğu yarıştırmak ise, bu sürecin olmazsa olmazı
olan sükuneti baltalamaktan ibarettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder