24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir etiketlenmiş çocuk hikayesi

O sabah gene erkenden uyanmıştı. Evde herkes derin bir uykudayken, onun içi içine sığmıyordu. Güneşin pırıltısının perdenin arasından içeri sızıntıları, heyecanla yerinden fırlamasına yetiyordu. “Yaşasın, gün başlıyor!” dercesine üzerindeki battaniyeden sıyrılıp kalktı ve pencereye koştu. Yüzünde uyku mahmurluğundan hiçbir eser olmayışı, sanki saatlerdir uyanık zannettirecek kadar yanıltabiliyordu karşısındaki kişiyi. Ama onun mahmurluk için zamanı yoktu, hayat başlamıştı, hemen katılmalıydı.

Dış kapıyı açtığında yüzüne vuran güneşin sıcaklığıyla esen sabah rüzgârının serinliği birbirine karışarak okşuyordu tenini. Bahçedeki her şeyin de aynı hissettiğini düşündü. Otlar, kenarda yığılmış odunlar, dut ağacının gövdesi, dalları, yaprakları, ortadaki su birikintisi, taşlar… Gözlerini kapattı, rüzgârın ve güneşin hepsine de tıpkı onun yüzündeki gibi dokunuşunu hissetti. Kendini onlardan, onları kendinden hissetti ve önce hangisine koşacağına karar verecek zamanı yokmuşçasına heyecanla aralarına karışmak istedi.



Kesilerek istif edilmeyi bekleyen odunların arasında her zaman gözünün kaldığı, düzgün, ince, uzun bir sopa olurdu ama annesi almasına hiç izin vermezdi. “Kardeşine vurursun, gözüne başına gelir, camı kırarsın…” gibi bir yığın bahane öne sürerdi. Şimdi tam da o sopayı bulma zamanıydı.

Fazla uzun sürmedi. Elinde kendi boyundan daha uzun, neredeyse pütürsüz, ince ama sağlam bir dal vardı. Tam da izlediği filmdeki kılıç ustasının yaptığı kılıcı son kez parmaklarıyla kontrol eden edasıyla sopasını parmaklarıyla yavaşça sıvazlıyordu. İyi bir seçim yaptığına karar verdi. Savaşa hazırdı artık. Kılıcını etrafına savurmaya, düşmanları tek tek devirmeye başlamıştı bile.

Hayalindeki savaşın yenilmez kahramanı olarak mücadelesine devam ederken, ortadaki su birikintisine indirdiği darbe ile etrafa saçılan çamurlu su dikkatini çekti. Bir daha vurdu, nasıl da çamur rengi su damlacıkları savruluyordu etrafa. Daha hızlı vurdu; daha fazla damlacık, daha uzak mesafelere kadar sıçrıyordu. Kahraman savaşçı daha da hızlı bir darbe indirdiğinde, artık damlacıkların kimisi de yukarı doğru fırlıyordu ki, tiz bir ses geldi pencereden: “Hakan! Ne yapıyorsun oğlum sen sabahın köründe dışarıda? Ne o üstün başın öyle? Nasıl becerdin böyle çamura bulanmayı oğlum? Bu soğukta bir de pijamayla çıkmışsın dışarı. Hastalanıp başıma iş açacaksın! Gir çabuk içeri! Kapının önünde bekle beni, batırma ortalığı da!”

Annesinin bu ses tonuna alışmıştı. Ne zaman bir şeylerle uğraşmaya dalsa, annesi bu sesiyle girerdi hayalleri ile Hakan’ın arasına. Bir yandan annesi üzerini değiştirirken bir yandan söylenmeye devam ediyordu: “Ne işin var erkenden kalkıyorsun ki? Hadi kalktın, bari otur da dersine çalış, kitap oku!”

Annesinin serzenişleri Hakan’ın algılarını aşıyordu. Neden kitap okuması gerekiyordu ki? Okumasının hızlanması içinmiş. Peki hızlı okumak yerine hızlı koşsa olmaz mıydı? Ya da ağaca daha hızlı tırmansaydı mesela? Ders çalışması gerektiğini annesi hatırlatıp duruyordu. O da annesi üzülmesin diye çalışmaya çabalıyordu aslında. Ama ders kitabından yazılı olanlar, öğretmenin anlattıkları… Bir türlü aralarında bir ilişki kuramıyor, sonunda kendisini defteri ve kitabının başında, kalemine akrobatik hareketler yaptırırken buluyordu.

Söylene söylene Hakan’ı üzerindeki çamurlu kıyafetlerinden arındırdı, formasını giydirerek okula hazır hale getirdi annesi. Kahvaltısını yaptıktan sonra montunu giyip çantasını sırtına atınca, her zaman yaptığı şeyi yaptı. Annesini sımsıkı kucaklayıp onun sıcaklığını en içinde duymaya çalışırcasına içine soludu. Ve okul yoluna düştü.

Hakan öğretmeninden memnundu. Çünkü yan sınıfın öğretmeni gibi cetvelin yan tarafını avucunun içine vurmuyordu ödev yapmadığı zamanlarda. Ama gene de öğretmeninden korkuyor, çekiniyordu. Bir şeyi bilemedikleri, anlayamadıkları zaman sinirleniyordu çünkü. Yüzü değişiyordu, başka birisi oluyordu sanki. Anlayamamalarına anlam veremiyor, tekrar tekrar aynı şeyleri anlatıp duruyordu. Sonra tekrar aynı soruyu soruyordu. İşte o zaman neyse ki sınıftan birkaç kişi doğru cevabı veriyor ve diğerlerini kurtarmış oluyordu. Hakan da işte tam o zaman rahat bir nefes alabiliyordu.

O gün ilk dersleri matematikti. Birkaç gündür bölme işlemini işliyorlardı. Artık bu işlemle ilgili alıştırma yapma zamanı gelmişti. Ve ilk soru geldi: “12 bölü 3 kaç eder?” Hakan derste duyduklarından yola çıkarak bölme işlemini “bölüştürme”ye benzetmişti. Tam 12’yi 3 kişiye bölüştürmeye çalışıyordu ki, öğretmeni seslendi: “Hakan, sen söyle bakalım.” Hakan heyecanlansa da zihninde canlanan bölüştürmeden güven alıyordu, bulabilecekti cevabı. “Öğretmenin, bölüştüreceğim di mi?” diye sordu güvenle. Anladığının işareti idi bu, korkmuyordu bu yüzden. Ama sorusunun üzerine sınıfta bir kahkaha koptu. Öğretmeni sinirlenmeye başlamıştı. Önce sınıfı susturdu, sonra Hakan’a yöneldi:  “Bölme oğlum bölme! 12’yi 3’e böleceksin!”

Demek ki bölüştürme değildi. Acaba paylaştırma mı demeliydi? Ama bunu da sorarsa daha da sinirlendirebilirdi. Kafası karışmaya başladı. O sırada öğretmeni değişen yüz ifadesiyle yardım etmeye çalıştı: “Çarpmanın tersini yapacaksın Hakan.” Nasıl tersten çarpılırdı ki? Acaba çarpışma gibi bir şeyin tersini mi kastediyordu. Kafası allak bullak olmuş, sınıftan kıkırtı sesleriyle iyice kaygılanmıştı. “Tamam, o zaman 6’yı 2’ye böl” dedi öğretmeni. Ama artık neyi düşüneceğini şaşırmıştı. Cevap veremiyordu. Öğretmeni daha da sinirli bir sesle, “Oğlum o zaman 4’ü 2’ye böl!” Verecek bir cevabı yoktu Hakan’ın. Öğretmeni “Otur!” diye bağırdı. “Boşuna mı boğaz patlatıyorum ben burada?” diye başlayan sözleriyle sınıfı sus pus etmişti.

Hakan ise yaşadığı mahcubiyeti taşımakta zorlanırken, ruhunu bu baskıdan kurtarabilecek bir şeylere sığınma ihtiyacı içine girmişti. Tahtanın üzerinde asılı duran İstiklal Marşı panosunun üzerindeki cam kaplamada yansıyan manzara bir an dikkatini çekti. Dışarıdaki bulutlar aynen burada da görünüyordu. Sağa ve sola kıpırdadıkça camda yansıyan manzara değişiyordu. Yoksa dışarıdaki her şeyin bir yansıma görüntüsü de bu camda mıydı? Olabilir miydi her şeyin bu küçücük panodan görülmesi? Hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. İçini bir merak bir heyecan kaplamış, o panoyu eline almamak için kendini zor tutar hale gelmişti.

Hakan yansımaların nereye kadar olduğunu yoklamaya çabalarken, öğretmeninin sesiyle irkildi: “Hakan, hemen müdürün odasına! Ben burada ne diyorum, sen orada ne yapıyorsun!”

O gün anne ve babası da okula çağırıldı. Müdür odasında rehberlik uzmanıyla birlikte kaldılar saatlerce. Hakkındaki konuşmaları takip edemiyor, anlam veremiyordu. Derse dikkatini veremediğinden, anlatılanları anlamadığından bahsediliyordu. Annesi bir yandan ağlıyor, babası ise annesini teselli etmeye çalışıyordu: “Tedavisi var nasıl olsa hanım, ne yapalım…”

O günden sonra Hakan’ın anlam vermekte zorlandığı bir hava bürümüştü anne ve babasını. Ona bazen sinirlenen, bazen de acınacak biriymiş gibi bakan gözlerde tek bir şeyi yoklayıp duruyordu: Sevilmek istiyordu, olduğu gibi, öylece, beklentisizce…

Gittikleri doktor, Hakan’ı şöyle uzaktan bir süzüp, sonra anne-babasının şikayetlerini ve onların ağzından öğretmeninin şikayetlerini dinlemeye ve not almaya başlamıştı. Dikkat dağınıklığı ve hiperaktivite bozukluğundan bahsediliyordu.

Halbuki Hakan, öğretmeninin anlattıklarını anlayabiliyordu. Lakin öğretmeni onun anlayabildiğini anlayamamıştı. Çünkü öğretmeninin öğrenme kalıplarının dışında düşünüyor, öğretmeninden farklı öğreniyordu. Mesela bölme işlemini bölüştürme ve paylaştırma olarak kendinde kodlayarak doğru bir şey yapmış, ama öğretmeni onun “farklı öğrenen” bir çocuk olduğunu fark edememişti. Öğretmenin öğrettiği gibi öğrenmeyen çocuk, öğrenemeyen çocuktu. Hakan da bundan nasibini alarak “dikkati dağınık” diye etiketlenmişti.

Hareketliydi, hayatın en sıradan karelerinde bile onun hayat coşkusunu tetikleyecek harikalıkları keşfedebiliyordu. Bazen bir sineğin, bir kelebeğin peşine takılıyor, bazen bir kuşun kanadına hayalen oturup oradan yeryüzünü seyrediyor, bazen bulutların ötesine yolculuklara çıkıyor, bazen de kendisini yıldızlardan geri dünyaya getirmekte zorlanıyordu. Hayal dünyası yaşadığı hayatın sınırlarını çok aşıyordu. Hakan da yaşadığı hayattan taşıyordu böylece. Bir yerlere sığamayan, bir yerde durmasına izin vermeyen coşkusu da bundandı. Bu haline hiparaktivite denilmiş, durdurulması gereken bir enerjiyle karşı karşıyaymışçasına tedbirler alınması gerektiği konuşulur olmuştu.



Hakan’ın iyiliği (!) için tedbirler alınmıştı. Onu sakinleştirecek, öğretmenini daha iyi dinlemesini sağlayacak, daha akıllı uslu bir çocuk olmasını kolaylaştıracak ilaçlarla tedavi süreci başlatılmıştı.

Kimsenin haberi yoktu, nasıl büyük bir yaşam coşkusunun köreltiliyor olduğundan... Kimse farkında değildi, hayat dolu bakışların yerini boş bakışlara terk ediyor olduğunun… Hakan’ın yaşam enerjisinin diri diri toprak altına gömülüyor olduğunun vebalini üstlenmeye hazır kimse yoktu çünkü…

Moral Dünyası Dergisi

Hiç yorum yok: