19 Mart 2015 Perşembe

Kırılgan insan yetiştirmek

Bir günün öğleden sonraki saatlerinde, ziyarete gittiğimiz bir ilk ve orta okulun bahçesindeydik. Birkaç öğrenci, aldıkları atıştırmalık çerezleri kamelyadaki masada hem diğerlerine servis ediyor, hem de kendileri de bir yandan atıştırıyorlardı. 

Manzara çok hoşuma gitmişti. Hatta oracıkta benim de ağzıma birkaç atıştırma atasım gelmişti. Masaya yaklaştım. Bir tane de ben aldım. Sonra da masanın başında duran 10 yaşlarındaki kız öğrenciye seslendim: "Teşekkür ederim ikramınız için. Ne zamandır yememiştim. Çok güzel geldi açık havada." 

Bu sırada memnuniyetimi paylaşırken, masa başında bekleyen kızımızı da onurlandırdığımı düşünüyor ve kendi içimde bir memnuniyet yaşıyordum. Ancak yanıldığımı anlamam hiç uzun sürmedi. "Afedersiniz, size ikram etmedik galiba. Yani aslında ikram etmek isterdim ama sizi tanımadığım için birden bir şey söyleyemedim..." diye mahcubiyet ve açıklama cümleleri peş peşe sıralanmaya başladı. 

Ne olduğunu, neden açıklamalar geldiğini ilk anda anlayamasam da, kızcağızın hali de sözlerine eşlik edince, kendi yanılgımı fark ettim. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Kızcağız, benim onurlandırdığımı, değerli hissettirdiğimi düşündüğüm cümlelerimde, aslında gizli bir sitem olduğunu düşünmüş, aslında bu ifade ile "Bana ikram etmediniz ama ben kendim aldım işte..." diye sitem ettiğimi zannetmişti. 

Ne yapacağımı bilemedim. Elim ayağım birbirine karıştı. Bu, oradaki çocuğa yapmayı hiç istemediğim bir şeydi. Bu sefer ben açıklama yaptım: "Ben gerçekten de teşekkür etmek için teşekkür etmiştim. Başka bir şeyi kast etmemiştim. Hem zaten siz buraya bunları açarak herkesi davet etmiş olmuşsunuz. Sitem edilecek bir şey yok ki..." 

Bilmiyorum söylediklerim ile durumu toparlayabilmiş miydim ama daha fazla da diyecek bir şey bulacak halim kalmamıştı. 

İşte buyrun, kırılgan, incinmeye müsait, kendisine bir pay olarak değersizlik hissini biçmiş bir genç kız adayı... Nasıl bu hale gelmiş, şimdiye kadarki yaşam tecrübesinde neler yaşamış ki, en masum bir iltifat ve teşekkür cümlesine bile inanamıyor ve hatta o cümle ile aslında tam tersi bir mananın kastedildiğine kesin gözü ile bakıyor... 

Şimdi istediğiniz kadar söyleyin "İncinme, incinsen de incinme..." diye. Hayata zaten bir-sıfır yenik başlamış; hayata kırık ve incinmiş başlamış zaten... Yaşamı ne kadar olduğu gibi ve olduğu kadar görebilecek ki... Bir gün belki bir yuva kurduğunda, eşinin "Bu tablo neden yamuk duruyor?" sorusu ile dünyası başına yıkılacak, belki bir çocuğu olduğunda "Bu çocuk neden bana tükürüyor?" diye yaşamı kendine zehir edecek... 

İşte böylesi zamanlarda, insanın hiç bir şeyden dolayı değil, sadece insan olduğundan, sadece olduğu gibi olduğundan dolayı değerini hissettiren birilerine ne kadar da aç olduğumuz geliyor aklıma... 

Belki de işe başlayacağımız yer, kendimiz insanı öylece, her hali ile kabullenebilen biri olmak... Etiketlerinden, bize olan faydasından, şöyle veya böyle olduğundan dolayı değil; sadece var olduğundan, var edildiğinden dolayı değerli olduğunu hissetmek... 

6 Mart 2015 Cuma

Ben ile Sen


Ben, Sen'deki Ben'i görmedikçe,
Sen, Ben'deki Sen'i görmedikçe,
Sen Sen'siz kalacaksın, ben de Ben'siz,
Böyle gider yalnızlar kervanı; 
Çaresiz...

Sen bana, ben sana
Kainat sana, sen kainata
Hayat sana, sen hayata
Olmazsa bir ayna
Katıl sen de o zaman
Yalnızlar kalabalığına...

5 Mart 2015 Perşembe

Çocuk ve Ses(sizlik)

Bugün etrafınızdakilere bir soracak olsanız, çocukların olduğu bir ortamın gürültülü ve karmakarışık olduğunu işitirsiniz. Birbirleri ile ettikleri kavgalar, oyuncak paylaşamama halleri, problemlerini ağlayarak çözmeye çalışmaları… Çocuklu bir ortam denildiğinde akla ilk gelen kareler bunlar olur.

Bir anne, bir arkadaşı ile iki çift laf edebilmek için çocuklarının okulda olduğu ya da uyuduğu saatleri değerlendirmek zorunda hissediyor. Huzur içinde geçirmek istediği birkaç saati planlarken ilk olarak çocuklarını nereye göndereceği veya çocukları ile kimin ilgileneceği konusuna çözüm bulmaya çalışıyor. Çünkü çocuk deyince, hayatımıza gürültü ve mızıltı katan bir varlık geliyor aklımıza.

Halbuki çocuklar sessizliğin, sakinliğin adeta bir müptelası olarak geliyorlar dünyaya. Yeni doğmuş bir bebek, bazen yanı başındaki birinin ufak bir kahkahasından bile ne kadar da rahatsız oluyor. Bir kalabalığın ya da yüksek sesli bir ortamın içine girdiklerinde tek yaptıkları oradan çıkabilmek için çırpınmak oluyor. Ve oradan uzaklaşması ile birlikte birden bire sakinleşiyor, tebessümünü saçmaya başlıyor etrafa.

Fakat zamanla büyüdükçe, büyürken bizden öğrendikleri ile değişmeye başlıyor. Mesela arkadaşları ya da kardeşi ile birlikte biraz coşup da sesini yükselttiğinde, onun sevinç dolu seslenişini bastıran tiz bir ses yükseliyor odanın kapısından: “Yeter artık, sessiz olun!”. Sessiz olmak için “bağıran” bir ses… Sessiz olmak için sessizliği iyice bozan bir ses… Çocuk o sırada kendisini bastıran sesin karşısında çaresizce sessizleşirken, bir problem çözme tekniği öğreniyor: Sesini yükseltirsen, sözünü geçirebilirsin! İşte bundan sonra bu tekniği kullanmaya başladığı için, o sırada sessizliği sağlamaya çalışan anne çocuğuna, sesini yükseltmenin nasıl işleri yoluna koyduğunu öğretmiş oluyor. Sessizliği değil, sesini yükselterek yanındakini bastırmayı öğretmiş oluyor.

Halbuki, tüm eğitim süreci için geçerli olduğu gibi, sessizlik ve sakinlik de ancak yaşanarak verilebilecek bir eğitimdir. Çocuğa sessiz olmasını söyleme şekli çok sessizce ve sakince olduğu takdirde gerçekten işe yarar. Çocuğun sakinliği, bizden kaynaklanıp çocuktan yansıyan bir hal olmalıdır. Dolayısıyla çocukların sessizlik eğitimi süreci, aslında başlarındaki yetişkinin kendini sessizleştirme ve sakinleştirme süreci ile başlar.

Yanındaki yetişkinin, adeta uyumakta olan bir bebeği uyandırmaktan korkarmışçasına sessiz ve hassas davranışları, çocuk için ilk örnek olur. Kapıları sessizce kapatan, adımlarını sessizce atmaya çalışan, tencerenin kapağını sessizce kapatmaya özen gösteren bir yetişkin, kendisine emanet edilen müstakbel yetişkin ile sessizlik eğitimine başlamış demektir.

Çocuklar, bizim bugün zannettiğimizin aksine, sessizliği öylesine benimsiyorlar ve öylesine sahip çıkıyorlar ki, fıtratlarında saklı olanın aslında böylesine bir sakinlik olduğunu biz yetişkinler de ancak sonradan sonraya anlayabiliyoruz. Yeter ki onlara, fıtratlarına yerleştirilmiş olan bu yönlerini yaşayabilecekleri bir ortam sunabilelim. Yeter ki bu ortamı sunmaya çalışırken ilk yaşayan bizler olabilelim… İşte o zaman çocukların tertemiz yaratılışlarından gelen yönleri ortaya çıkıp filizlendiğinde bize de örnek teşkil edecekler. Hatta sesimiz yükseldiğinde bizi uyaracaklar. Bir yemek sofrasında oturmaktayken sessizlik ve sakinlik içinde yemeğini kaşıklamanın tadına bir varınca, sonraki sefer gene o tadı arayacaklar.

Hatta sonra bir bakacağız, o sessizlik ortamında camın kenarına geçmiş uzun uzun yağmurun sesini dinliyor olacak o minik yürek. Ya da bir minik kuşun ötüşünün farkına varacak büründüğü sakinliğin içinde. Ya da etrafını kuşatan bir sessizliğin içinde, bizim o güne dek duymadığımız sesleri duyacak, bize de duyuracak...

Çocuklarımızı da içine sürüklediğimiz kendi iç karmaşamız ve sonrasında kendi hayatımızı kolaylaştırmak için onları alıştırmaya çalıştığımız gürültülü hayat, içlerindeki saklı “sessizlik sevdası” nın ortaya çıkmasına engel oluyor. Ama bir tattırabilirsek onlara sessizliğin ne olduğunu, sessizlik içinde duydukları ile bize öğretecekleri çok şey olacak… 

25 Ocak 2015 Pazar

Çocuk Para ile Terbiye Edilirse

Çocuklara, parayı sebep göstererek kimi davranışları kazandırma çabaları çoğu zaman istenmedik başka etkileri ortaya çıkartıyor.

Mesela "Çok harcama, paramız biter" ya da "Suyu çok akıtma, çok fatura gelir, paramız biter" gibi ifadeler, parayı ‘her an bitebilecek’ ve ‘bitmemesine uğraşılan’ bir değer gibi sunmuş oluyor çocuğa. Böylece para, sadece bir alışveriş aracı olmasına rağmen, bundan çok daha yüksek bir yer ve değer ediniyor çocuğun dünyasında.


Daha sonra bir gün çocuğunuzla birlikte birisine hediye alırken ya da evinize gelecek misafirler için alışveriş yaparken, çocuk kendi harcayamadığı parayı başkaları için de harcamak istemiyor. Dolayısıyla eve gelen misafir, hediye alınan diğer kişi, yardımda bulunulacak birisi, çocuğun harcayacağı paranın sarf edildiği yer olduğu için tehdit haline gelebiliyor. Hediyeleşme, yardım ve ikram konusunda çocuk tepkiselleşebiliyor.

Böyle tepkiselleşmiş bir çocuk, “cimri” diye etiketleniveriyor. “Paylaşmayı hiç bilmiyor, malı pek kıymetli…” diye haksızca yorumlanıyor.

Bazen böylesi bir durumda çocuğun hiç tepkiselleşmediği de olabiliyor. Eğer çocuk hiç tepkiselleşmiyorsa, bu durumu içinde bir değersizlik hissi olarak büyütüyor olmasına dikkat etmek gerekir sanırım. "Annem parayı bunlar için harcıyor; benim için harcamıyor." düşüncesi ile ruhunun yaralandığı bir yanılgıya düşebilir.

Aslında biz çocuğa parayı doğru kullanma becerisi kazandırmak için, onu hiç kaygılandırmayan bir yol da kullanabiliriz.

Örneğin beraberce bir karar alınarak ayda bir defa oyuncak alma günü belirlenebilir. O gün için bir fiyat sınırlaması da konulabilir. O gün gelmedikçe oyuncak alınmaz ama eğer çocuk isterse o gün yapılacak alışveriş için önceden mağazaya gidilip bakılabilir. Oyuncağa bakılır ama alınmamış olur. Sebebi para ile pulla ilgili değil, sadece oyuncak alma gününün gelmemiş olmasıdır.

Eğer çocuğun istekleri ‘abur cubur’ cinsinden ise, haftada bir defa alışveriş günü belirlenip kendisine "bir tane şey" alması ile ilgili konuşulabilir. İstediği şeyi seçip bir tane alabilir. Daha fazla istediğinde gene para pul meselesine girmeden "Bir tane alıyoruz, hangisini almak istersin?" diye bir tane almak konusunda kararlı tutum sergilenebilir.

Bu arada istediği şeyi almak konusunda da sınır çizilebilir. Örneğin cips, jelli şekerlemeler gibi şeylerin içinde bize zarar verebilecek maddelerin olduğu söylenip, bunların tüketimi azaltılarak alternatif yiyecekler bulunabilir. Mesela kuru yemiş, cevizli sucuk, badem şekeri gibi daha sağlıklı tercihler yapması konusunda rehberlik edilebilir. 

9 Ocak 2015 Cuma

Aile Toplantısı

Annesiniz; her sabah eşinizi işine, çocuklarınızı okullarına gönderip, onların ardından kahvaltı sofrasını, yataklarını, masalarını, kıyafetlerini topluyorsunuz. Artık canınıza tak etmek üzere. Bir yandan işinizi yapıyor, bir yandan da “Hepsi de kocaman oldular, artık şu işlerini kendileri yapsalar olmuyor mu sanki? Beş dakikalarını alır çıkarttıklarını dolaplarına koymak, yataklarını toplamak… Nasıl öğreteceğim ben bu çocuklara bilmem…” diye kendi kendinize yakınıyorsunuz.
Kitap okumayı seviyorsunuz. Ama yeterince okuyamıyorsunuz. Hiç olmazsa çocuklarınız okumayı alışkanlık haline getirsinler diye sürekli onlara ilgilerini çekecek kitaplar alıyor, hatırlatmada bulunuyorsunuz.  Fakat çocuklarınız için televizyon seyretmek ya da bilgisayarla oynamak çok daha cazip geliyor. “Evladım, biz okuyamadık, siz bari okuyun, sizin iyiliğiniz için söylüyorum…” diyorsunuz ama bir kulaktan girip diğerinden çıktığı hemen belli oluyor.
Eğer siz de bunlara benzer dertlerle dertlenmişseniz, sakın çaresi olmayan bir sorunla karşı karşıya kaldığınızı zannetmeyin. Çünkü içinize su serpecek bir önerimiz var: Aile toplantıları.


Aile toplantısı nedir?
Ailenin 7 yaş ve üzerindeki tüm bireylerinin katıldığı, düşüncelerini rahatlıkla söylediği, ailece kararların alındığı ve alınan kararların ne kadar uygulandığının birlikte konuşulduğu bir toplantı şeklidir. Hayatınızda katıldığınız en önemli toplantı hangisi ise, en az onun kadar önemlidir, en az onun kadar aksatılmaması, en az onun kadar ciddiye alınması gerekir.
Aile toplantılarına nasıl başlanır?    
Aile toplantılarına başlamak için gerekli tek şey aile fertlerinin bir arada olmasıdır. Bu şart sağlandıktan sonra, ne çocukları artık çok büyümüş bir ailenin geç kaldığından bahsedilebilir, ne de yeni evli bir çift için çok erken olduğundan.
Toplantılara başlangıç olarak, toplantının gününü ve saatini herkesin rahatça katılımını sağlayacak şekilde ayarlamak üzere bir araya gelinebilir. Sonraki hafta, tüm bireyler kendini belirlenen gün ve saate uydurma çabası gösterir. Baba işlerini ve diğer toplantılarını ona göre ayarlar, anne evin günlük düzenini toplantıya göre şekillendirir, çocuklar ödevlerini, sosyal aktivitelerini toplantıya göre planlar. Herkes birbirinden emindir; o gün, o saatte, herkes o masanın başında olacaktır.
Aile toplantısının ilkeleri nelerdir?
Toplantı sırasında dışarı ile bütün irtibat kesilmelidir. Cep telefonları, ev telefonu kapatılmalı ya da bir kenara bırakılıp sessize alınmalıdır. Kapı zilinin bile çalmaması için gerekirse kapıya bir not bırakılmalıdır. Televizyon veya bilgisayar açık olmamalıdır. Bir süre sonra sosyal çevremiz bile bu saatte aradıklarında cevap verilmeyeceğini, kapımızı çaldıklarında açılmayacağını öğrenmiş olması gerekir.
Toplantının otoritesi babadır. Toplantı baba tarafından başlatılır ve şekillendirilir. Alınan kararlar ise aile fertlerinden biri tarafından açık ve net bir şekilde not alınır.
Toplantıda herkes olduğu gibi kabullenilir. Kimse söylediklerinden dolayı yargılanmaz, küçümsenmez, her düşünce önemsenir. Böylece aradaki yaş farkından dolayı konuşulamayan ya da geleneksel saygı perdesi ardında dile getirilemeyen düşünceler, artık yeni bir saygı anlayışı çerçevesinde paylaşılmaya başlanır.
Toplantıda kararların alınması
Aile, kararlarını alırken oylama yöntemini benimsememelidir. Çoğunluğun kabulü ile karar alındığında, azınlıkta olan grubun düşünceleri hiçe sayılmış olur. Bu yüzden her bir aile ferdinin kabul etmiş olduğu bir düşünce “karar” olarak alınabilir. Bir kişi bile katılmıyorsa, onun da katılabileceği bir çözüm üretilmeden karar alınamaz. Bu konuda aile reisi kararları, herkesin tereddütsüz olarak kabullenebileceği bir kıvama getirmekle yükümlüdür. Böylelikle çocuk aynı zamanda, aile içinde karşılaşılan sorunların çözümünde anne babanın nasıl davrandığını görerek kendi problem çözme yeteneğini geliştirir.
Kararlar alınırken adaletli davranılmalıdır. Örneğin toplantıda, çocukların ders çalışma saatleri konu edilirken, lise öğrencisi bir talebe ile ilkokul öğrencisi ve hatta hâlâ bir oyun çocuğu olan bir talebenin ders çalışma saatleri eşit tutulmamalı, herkesin ihtiyacına göre, olması gerektiği kadarı karara bağlanmalıdır. Adaletli olacağım derken eşit davranmak, adil kararlar almaktan alıkoyabilir.  
Toplantı sırasında ne anne ve baba, ne de ailenin başka bir ferdi baskın çıkmamalıdır. Birisi baskın olursa, diğeri ezilecek demektir. “Ben böyle dediğim için böyle olacak!” düşüncesi ile diğer bireylerin sorgulamalarının önüne bir set çekmiş olmak, aile toplantısının güvenilirliğini yıpratır. Herkes bir diğerinin soru ve sorgulamalarına açık olduğu gibi, kendisi de kafasına takılan her soru işaretini dile getirebilecek rahatlıkta olmalıdır.
Toplantıda hiç kimseye itirazlarından dolayı hesap sorulmamalıdır. Toplantı masası, sadece fikir alışverişinde bulunulan ve bu sayede ortak karara ulaşılmaya çalışılan bir yer olmalıdır.
 Kararların uygulanması
Aile toplantılarının en önemli özelliği, tüm bireylerce kabullenilmiş, içselleştirilmiş kararların alınmış olmasıdır. Bu yüzden bu toplantıda alınan kararlar büyük ölçüde hayata geçirilir. Toplantı sırasında tüm fertler her bir karar için ayrı ayrı düşüncelerini ortaya koyduklarından, kabul ettikleri bir karara sonradan uymamak gibi bir durum ortaya çıkmaz.
Bununla birlikte birçok aile toplantısının ardından alınan kimi kararlara uyulmadığı görülür. Bu durumda müdahalenin yapılacağı yer yine aile toplantısıdır. Sonraki toplantıya kadar anne ve baba “Acaba tam olarak oturmayan nedir ki kararımıza uyulmuyor?” sorusunu kendine sormalı, ona göre yeni bir bakış açısı ile aynı konuyu tekrar gündeme getirmelidir.
Toplantı masası, zorla uygulanacak kuralların dayatıldığı yer değil, herkesçe kabullenilip uygulanabilecek kararların alındığı bir yerdir.
Toplantı sonrası aile
Toplantıları olan bir ailede artık isteklerini, şikâyetlerini dile getirme yeri, toplantı masasıdır. Kardeşinin kendisini rahatsız etmesinden şikâyetçi olan abla, artık arkadaşları ile birlikte sinemaya gitmek isteyen abi, her kişinin damak zevkine göre yemek yapmaktan yorulmuş olan anne, herkesin yemek saatinde masanın başında olmasını isteyen baba, düşüncelerini tüm açıklığı ile dile getirmek için aile toplantısının gününü bekler. Çünkü toplantı sırasında alınan bir karar, herhangi bir zamanda ailenin herhangi bir bireyi ile konuşmak gibi olmaz. Herkes oradadır, herkesin aklına yatan bir yol bulunur, herkesçe kabul görür. Bu yüzden toplantıda alınan kararlar ailenin en güçlü, en sarsılmaz kararlarıdır. Böyle sarsılmaz bir karar mekanizması fark edildikçe, her sorun çözülmek üzere dört gözle toplantı saatini bekler.
Ailenin aldığı kararların sonraki günlerde uygulanmasında anne baş aktördür. Anne, alınan kararların hayata dökülmesinde “sadece” hatırlatmalarda bulunabilir ve fakat kararların uygulanmamasında zorlayıcı bir müdahalede bulunmaması gerekir. Aile toplantılarında alınan kararların uygulanmaması halinde bir sonraki toplantıda görüşme konuları arasında bu konu da anne tarafından not düşürülmelidir. 
Anne izlenimlerini aile reisi ile paylaşır. Aile reisi ise sonraki toplantıda bir haftayı tüm aile ile değerlendirir. Uyulmayan kararlar kimseyi kırmadan, suçlamadan tekrar gündeme getirilir; herkesin içine sindirebileceği, kabulleneceği bir kıvama getirilmeye çalışılır.
Yukarıda bahsettiklerimizden de yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki, aile toplantısının ruhu, ceza ile birilerini yola getirmeye asla uygun değildir. Ceza ile eğitmek zaten insanî bir eğitim yöntemi olmadığı gibi, toplantılarda da yanına yaklaşılmaması gereken bir yöntemdir.
Aile toplantısı neleri çözer? 
Konunun başından beri anne babaların kafasını kurcalayan ufak tefek sorunlardan bahsetmiş olsak da, aslında bu ufak tefek sorunların peşinden sürüklediği büyük problemler toplantı ile başından çözülmüş olur.
Örneğin dünyaya gelen her çocuğun büyüyüp de bir yetişkin olmaya doğru yol aldığı ergenlik çağı problemleri, aile toplantıları ile problem olmaktan çıkıp, çocuğunuzun kişiliğinin gelişimini seyretme keyfine dönüşür.
Aile toplantıları, tüm fertlerin kendilerini endişelerinden sıyrılmış olarak ifade ettikleri yer olduğu için, aile içi iletişimi güçlendirir ve sağlam bir zemine oturtur. Gerek eşler arası, gerek çocuklar arası, gerekse de ebeveynler ile evlatlar arası problemlerin kökeninde yatan asıl nedenin iletişim eksikliği olduğu hatırlanırsa, bu toplantıların nelere deva olduğu çok genişçe bir yelpazede görülebilir.
Hayatın hiçbir dönemi sorunsuz, yani imtihansız geçmez. Ancak sağlıklı bir iletişime zemin hazırlayan toplantılarda sorunlar gündeme getirilip ortak çözüm önerileri konuşuldukça karşımıza bambaşka bir manzara çıkar: Bir bakarsınız ki, ”Nereden geldi şimdi bu başımıza!“ dediğiniz bir problem, aileniz ile muhabbet bağlarınızı güçlendiren bir vesileye dönüşüverir. Böylece toplantılar, aileyi hayatın tüm imtihanları karşısında dimdik bir arada tutan ve hayatın her haline tebessüm ettiren bir sonuç vermiş olur.
Böylece aile, aile olduğunu hissetmeye başlar. Anne anneliğini, baba babalığını, evlatlar ise şefkatli bir anne ile her şartta arkalarında duracak merhametli bir babanın kanatları altında, onlara evlat oluşlarını keyifle yaşamaya başlar.
Bu arada toplantı sırasında anne ve babasının problemlerini nasıl çözdüğünü izleyerek büyüyen bir çocuk, farkında olmaksızın bir yetenek geliştirmiş olur: Problem çözme yeteneği. Küçük yaşlarından itibaren bunu kullanmaya başlayan çocuk, ileriki yaşlarında da bu özelliği sayesinde problem çıkmasından korkmayan, hayata cesurca atılan bir yetişkin olmaya adaydır. 
Çoğunlukla ebeveynlerin en büyük gayelerinden biri olan manevî ve kültürel değerlerin sonraki kuşağa aktarma düşüncesi de bu toplantılar ile gerçekleşir. Çocuklar anne ve babasını benimsedikçe, onlara ait olan değerleri de benimser. Bu sayede ”Çocuklarıma dinî vecibeleri nasıl yerine getirteceğim” diye kara kara düşünen ebeveynler için aile toplantıları güzel bir zemin oluşturur.
“Çağımız insanının en yapamadığı şey nedir?” diye bir sorsak, alacağımız cevap muhtemelen “Özür dilemek” olacaktır. Belki işyerindeki patronundan, okuldaki müdüründen, öğretmeninden özür dileyebilirken, en yakınındaki anne babasından, ya da ciğerparesi evladından özür dileyemeyen birçok insan vardır. Hâlbuki hatasız olamayacağımıza göre, o halde özür dilemeksizin devam edemeyiz hayatımıza. İşte her bireyin tüm hatasıyla, geçmişte yaptığı tüm yanlışlarıyla olduğu gibi kabullenildiği aile toplantıları, birbirimize borçlu olduğumuz özrü dilemek için uygun ortamı sağlar.
Aile toplantısı ne değildir?
- Çocukların yargılandığı bir mahkeme değildir. Çocuklar, yanında büyüdükleri yetişkinlerin aynası olduklarından, belki onlardaki hatalara bakıp kendimizi yargılayacağımız bir yerdir.
- Babanın otoritesinin sarsıldığı yer değildir. Baba otoritesinin sevgi ve muhabbete dayanan çok daha sağlam bir zemine oturduğu yerdir.
- Ailede güçlü olan bireyin güç gösterisinde bulunduğu, istediği kararları zorla uygulattıracağı bir yer değildir.
- Aile içi saygının kaybedildiği bir yer değildir. Belki o zamana kadar asla dile getirilememiş konuları saygı çerçevesinde anlatabilmenin ve dinleyebilmenin öğrenildiği yerdir.
- İsteklerini kabul ettirme ve dayatma makamı değildir. Aile toplantısı, ailenin bir ferdinin, diğer fertleri de düşünerek, onları rahatsız etmeyecek, ürkütmeyecek taleplerde bulunmasını sağlar.
- Aile içinde aile sisteminin nasıl işlediği, problemlerin nasıl çözüldüğünün bizzat yaşanarak çocukların gelişim dönemine katkı sağlayan en önemli mekanizmadır.

Aile toplantısını sarsmak mı istiyorsunuz?
- Bu hafta toplantınızı yapın ve bir dahaki hafta “Aman bu hafta da yapmayıverelim” deyin.
- Aldığınız kararlara aykırı davranan ilk kişi siz olun.
- Toplantı sırasında çocuğunuz konuşurken sizin bir kulağınız telefonda, bir gözünüz televizyonda olsun.
- Sizin bir teklifinizi ailenizin diğer fertleri kabul etmediğinde “Ben böyle istiyorum ve olacak!” diye sertçe bir çıkış yapın.
- Size toplantıdan sonra hatırlatılan bir kararı önemsemeyip dinlemeyin ve geçin.   


(Bu yazı, Moral Dünyası Dergisi Temmuz/2010 sayısında yayımlanmıştır.)

4 Ocak 2015 Pazar

Nefes almak

İnsan bazen
Yazarak nefes alır.
Bir şiirin mısralarında soluk alır,
Kıtalarında soluk verir. 
Bir cümlenin virgülünde soluk alır, 
Noktasında soluk verir.

İnsan bazen de
Çizerek nefes alır. 
Kalemin kağıda dokunuşunda soluk alır, 
Çizgiden dalların arasında soluk verir. 
Bir fırçanın daldığı renkte soluk alır, 
Rengin bezendiği manzarada soluk verir. 

Ve insan bazen
Sadece seyr ile nefes alır.
Ciğerleri olur, seyrine daldığı
Kalbi gözünde atar da, ayna olur her yer
Seyrettikçe dalar kendi içine doğru,
Solumak bile gerekmeden alır soluğunu.



25 Aralık 2014 Perşembe

Korkuyorum...

Bir yargıda bulunmak, son cümleyi söyleyivermek, noktayı koyuvermek... Ne kadar da kolay geliyor insana... 

Halbuki ne kadar da ince ve inceliği kadar da çetin bir imtihan... Hak ile hak olmayanı birbirinden ayıran çizgiyi görebilecek ferasete erişmek ne zor iş...


İnsanlık tarihinden bize nakledilen kimi olaylar var. Mesela Hz. Nuh, bir gemi yapıyordu. Ve gemi, sanki ters çevrilmiş, çatısı üzerinde duran bir ev gibi görünüyor. Dalga geçiyordu kimileri onunla "Bu ters dönmüş ev ile mi kurtaracaksın bizi?" diye. Akla, mantığa sığmayacak bir iş idi yaptığı.

Şimdi belki asırlarca sonrasından bakan birileri olarak, pişkin pişkin o gün inanmayanları kınamak çok kolay. "Nasıl da aldandılar!" diye sanki kendimiz pek bir emniyet içinde aldanmalardan arınmışız gibi durmak çok kolay. Ama korkuyorum... O gün ben de orada olsaydım, hakikatten yana olabilecek miydim?

Hz. İsa'nın dünyaya geldiği zamanlara doğru bir gidelim. Neler demişlerdi kim bilir... "Bir de iffetli, namuslu geçiniyorsun! Böylelerinden korkacaksın zaten!" diyenleri mi arasınız... "Göz var, mizan var, babasız çocuk mu olur!" diyenleri mi ararsınız... Havsalasına sığdıramayanları mı ararsınız... Belki de o zamanın hakikat bekçileri, namus savunucuları idi en çok öfkesini haykıranlar... Hz. Meryem, bir sessizlikten ibaret olan Meryem orucuna durduğunda, "Söyleyecek lafı yok zaten! Her şey apaçık ortada!" diyenler de hiç az değildi sanırım...

Bugün, böylesi iffet timsali birinin iffetsizlikle imtihandan geçtiği bir döneme gene uzaktan uzağa bakıp ahkam kesmek çok kolay. Ama bir de o dönemin şahidi olsaydık, nice olurdu halimiz? Her şeye, hatta o zamana kadar hakikat olarak bildiğimiz şeye rağmen, gene hakikatin yanında olabilir miydik?

Hele ki bir de Hz. Aişe'nin  iffeti ile ilgili uğradığı iftira... "Ateş olmayan yerden duman tütmez..." diye geçmez miydi içimizden? Rasulullah Aleyhissalatu Vesselam'ın ona yalnızca "Eğer böyle bir şey var ise, o halde Allah'a tövbe et" demekten öte bir şey yapmayışına biz nasıl bakardık? Bir iftiraya gerçek olma payı vermek ile, her söylentiye rağmen iffetinden emin olmak arasındaki çizginin neresinde kalırdık acaba? 

Korkuyorum...
Böylesi hakikati ince ince ayırt etmem gerekecek imtihanlardan geçmekten korkuyorum... 
Bir peşin hüküm ile karar vermekten, kendimden o kadar emin olmaktan korkuyorum...

Aslında bizim hakikatin neresinde olduğumuz, tarihin sayfalarında bir gün kaybolup, unutulup gider de, içimizde tartıp duran vicdan terazisi var ya, işte onun sesi kesilmez sanırım... Vicdanın Cehennemî azabı... Ancak o azap insanı aklayıp paklayacak kadar arıtıcı olabilir çünkü...

Herhalde hak olanı ayırt edebilmek, vicdanını duymakla, vicdanını hakikat ile besleyerek diri diri tutmakla mümkün... Ancak o hakikatten beslenen kalp ve vicdan insana hakikatin emniyetini hissettirebilir sanırım... Ve o emniyet ile, her şeye rağmen insan hakikate teslim edebilir kendini...