İkinci sınıfa giden bir kız çocuğu... Birinci sınıfta öğrenmiş "bitişik el yazısı" ile yazmayı. Annesine, babasına ufak notlar hazırlarken de bu yazıyı kullanmış, kuzeni için bir tebrik kartı hazırlarken de... Yazabiliyor ve yazabiliyor olmanın, bunu başarabilmiş olmanın hazzını yaşıyor.
İkinci sınıftaki öğretmen değişikliği ile, yeni öğretmeni ile tanışıyor. Okulun ikinci haftasında, bir akşam annesi ile arasında bir diyalog geçiyor.
Çocuk: "Öğretmenim yazımı okuyamıyormuş."
Anne, şaşkın ve ne diyeceğini bilemez vaziyette...
Anne: "Sadece senin yazını mı okuyamadı?"
Çocuk: "Evet, sadece bana söyledi."
Kısa bir sessizlikten sonra
Çocuk: "Ne biçim öğretmen olmuş! Benim yazımı bile okuyamıyor!" diye yorumluyor öğretmeni ile arasındaki geçen diyaloğu.
Aradan birkaç gün geçiyor. Anne, çocuğunun okuma ve yazma ile ilgili merakının, yetersizlik hissi ile kaybolmasından endişe duyuyor. Kızına tekrar soruyor: "Bugün öğretmenin yazını okuyabildi mi?"
Küçük kız, mahcubiyet yüklü bir bakış ile başını annesine doğru çeviriyor. Cevap veriyor: "Bugün öğretmenim 'Yazın çok çirkin' dedi ve bunu söylerken hiç utanmadı..."
Çocuğun o sırada duyduğu mahcubiyetin sebebi mahcup edilmiş olması değil, karşısındaki yetişkinin "mahcup olamayan hali" idi.
Ne garip... Çocuğa değersizce ve duyarsızca muamele ediyorsun; çocuk ise sanki birisinini bir ayıbını görmüş de onu mahcup etmemek için başını çeviren bir kişi gibi mahcubiyet içinde kalıyor...
Çocuğun ruhunda farkında varamadığımız ne derin bir olgunluk var... Çocukluğunu yitirmiş yetişkinlerde ise, farkına varamadığımız ne garip bir çocuksu hal var...
28 Eylül 2014 Pazar
12 Eylül 2014 Cuma
Koş evladım, koş!
Geçtiğimiz haftalarda bir okulun öğretmenlerine düzenlediği
seminerin çay arasında, ikinci kez emekli olacak kadar mesleğine emek vermiş
değerli bir hocam ile tanıştım. Beyefendi, ilköğretim sınıf öğretmeni olarak
görevine devam ediyordu. Seminer sırasında çocuklara duyarlı yaklaşımdan
bahsedince çay arasında bu konuya dair birkaç kelam etmek istemiş, bir araya
geldik.
Bugünkü sistemin bütün sorununun, çocukları yarış atına çevirmiş
olmaktan kaynaklandığını konuşuyorduk. O sırada bir başkası emektar hocaya
sordu: “Hocam, siz 70 kişilik sınıflar okuttunuz mu?” Hemen şu cevap geldi:
“Tabi canım… Aslında çok çocuğu okutmak kolay, az çocuk ile ilgilenmek zordur.
O kadar çocuğun içinden kimileri çabucak öğrenirdi mesela. O çocuğu alır, henüz
öğrenememiş iki çocuğun arasına oturturdum. Öğrenen çocuk, yanındakilere öğretirken
bir yandan da kendisi pekiştirirdi.”
Bugün böyle bir durum karşısındaki velileri hayal ettim.
Hayalimi basan serzenişler yükseldi velilerden: “Hocam bizim çocuk
ilerleyemiyor, sınıfın ilerisinde gidiyor. Ama sınıftaki diğer çocuklara
takılıyor…”
Sonra velilerin bu taleplerinden dolayı daha birinci sınıf
itibariyle öğrencileri “seviyelerine göre ayırma” çabasına giren okullar aklıma
geldi.
Hatta okul öncesi dönemleri de kaplayan bir kaygı hakim anne-babaların beklentilerine. Çocuğunun,
kendisinden bir yaş - iki yaş daha küçük çocuk ile aynı ortamı paylaşacağını
duyan ebeveynler, küçük çocuklardan dolayı kendi çocuğunun gelişiminin sekteye
uğrayacağı kaygısını taşıyor.
Çocuklar şimdilerde bir yarışın tam da ortasına düşerek
geliyorlar dünyaya. Sürekli daha iyisi ile kıyaslanarak, başlangıçta daha hızlı
kilo alan, boyu uzayanlar ile, sonrasında daha önce konuşanlar ile, sonra okul
başarısı ile hep kıyaslayarak giden, hep öndekini kovalamak zorunda bırakan bir
yarışın tam da göbeğine düşüyorlar daha hayatlarının ilk yıllarında…
Bu kaygıların sonucu olarak etrafındaki herkes çocuğun
gelişimini tehdit eden unsurlara dönüşürken, çocuk bireyselleşiyor. Olanca
insanın içinde yapayalnız kalıyor. Her zaman tek başına en önde olması
gerektiği için, arkasına bakarsa yarıştaki hızı düşeceği için, önündeki herkes
onun için birer tehditten ibaret olduğu için tek başına kalakalıyor hayatın
orta yerinde…
Çocukları yarıştıracağız diye, ne kadar da insanî metodları
yakın geçmişimize gömmek zorunda kalmışız. Yukarıda bahsettiğim değerli hocamın
öğrencileri arasında kurduğu ilişki, kollektif şuura sahip, etrafındaki her
kimseyi olduğu gibi kabullenebilen, etrafının ihtiyaçlarını tehdit zannetmekten
uzak nesillerin yetişmesi için ne kadar güzel bir zemin oluşturuyor.
İnsanın, yarışmadığı taktirde atıl kalacağını zannetmek ne
talihsiz bir yanılgı…
Halbuki bilimsel bir devrimin mimarı olan Einstein kiminle
yarışarak yaptı bu devrimi? Onunla yarışabilecek kapasitede bir çağdaşı var
mıydı?
Yüzyıllar öncesinden tüm insanlığa seslenebilecek kadar
güçlü sesleri olan Mevlana ve Yunus Emre hazretleri, kiminle yarışıyordu bu
hale gelmek için?
Her biri birer yıldız gibi olan sahabe efendilerimizin
hangisi diğeri ile kıyaslandı, hangisi diğerini geçmek, öbürünü geride bırakmak
dürtüsü ile bugün rehber edindiğimiz önderler oldular ki?
Bediüzzaman Hazretleri bugün tefekkür ufkumuzu açan
eserlerini yazarken kiminle yarış halindeydi? Var mıydı onunla aynı kulvarda
yarışabilecek birisi?
Yanılıyoruz… Yarışacağı kimsesi olmayan bir çocuğun zihinsel
ve ruhsal gelişiminden duyduğumuz endişe kadar yanılıyoruz…
Çünkü insan, aklî, kalbî, vicdanî melekeleri harekete
geçirilerek inkişaf eder, tekamül eder. Bu da sükunet içinde geçirilmesi
gereken ruhsal bir süreçtir. Çocuğu yarıştırmak ise, bu sürecin olmazsa olmazı
olan sükuneti baltalamaktan ibarettir.
Erkek gibi kız ol; Kız gibi erkek olma!
Her kız
çocuğu, ruhundaki letafet ve zerafet ile geliyor dünyaya. Anne-babasının süsü
gibi, her hali ile cilvelerini saçıyor etrafa. Ruhundaki incelikler ile bir
yetişkin hanımefendi olduğunda, eşinin yanında duyarlı bir hayat arkadaşı,
çocuklarının başında şefkatli bir emanetçi olarak bulunması için gereken
donanımı kazanmış oluyor.
Lakin
yaşaması ayrı, uzaktan izlemesi ayrı bir keyif olan bu süreç, nedense korkutuyor
anne-babaları. Sanki kız çocuğunun ruhundan görünüşüne, duruşuna, giyinmesine
kadar yansıyan letafet ve zerafet halleri, kaygı uyandırıyor.
Örneğin her
kız çocuğu biraz kendini fark etmeye başladığı hayatının ilk yıllarında, giyim
kuşamında uyumlu olmaya, her adımını attığında fırıl fırıl eden etekler
giyinmeye, aynanın karşısında saçına başına özen göstermeye, annesinin süslü
püslü terliklerini giymeye meylediyor.
Gelin görün
ki, bir kız çocuğu ruhunun yansıması olan bu haller, yetişkinlerde uyanan kaygı
ile darbeler almaya başlıyor. Aman kız çocuğunu koruyacağız diye, aman bir
tarafı dışarıdan görünmesin diye, etek giymek için can atan çocuk pantolon
giymeye zorlanıyor. Pantolon ile bir erkek gibi rahat rahat her türlü oturup
kalkabileceği düşüncesi ile çocuğun iyiliği için bir tercih yapılıyor belki. Ama
bir erkek gibi değil, ancak bir kız çocuğu gibi giyinerek zerafet içinde oturup
kalkmayı öğrenecek olan minik hanımefendinin tam da bunu öğreneceği ortam alt
üst edilmiş oluyor.
Ergenlik döneminde
kızının artık bir kız gibi giyinmesinde hassasiyet göstermeye başlayan aileler,
kıyafetlerinde, oturuşunda, yürüyüşünde erkekleşmiş kızlarının eteği reddetmesi
ile karşı karşıya kalıyor. Çocukluk yıllarında fıtrîliğin kolaylığı içinde
edinilecek alışkanlık, ergenlik döneminde zorla kazanılabiliyor.
Başka bir
noktada ise, kız çocuklarının da tıpkı bir erkek gibi her işini kendi başına
halleden, hayatı kendi başına kotaran bireyler olması için sarf edilen çaba ile
karşılaşıyoruz. Kızımız kimseye muhtaç olmasın, kendi ayakları üzerinde dursun
diye gayret edilirken gene o hassas ruh, hassas mizacı ile ters düşerek hayatı
her hali ile göğüsleyecek bir gücü kendinde bulmak için erkekleşmeye başlıyor.
Belki bir kız
çocuğunun tam da fıtratından git gide uzaklaşmakta olduğu bu sırada etraftan
yükselen alkışlar, fıtrat ekseninden bambaşka bir beklentiyi dile getiriyor:
“Erkek gibi kız Maşallah!”
Erkek gibi
kızımız, kendi mesleğini ediniyor, hırsla basamakları zorluyor, ekonomik
özgürlüğü eline alıyor. Kimseye muhtaç olmamanın tadını çıkartıyor. Ta ki bir
erkek ile hayatını birleştirip, iki kişi bir hayatı yaşamaya başlayana kadar… Sivrilen
tarafları etrafına zarar vermeye başlıyor. Kimi zaman eşinden daha iyi
kazandığı para, kimi zaman eşinden daha iyi becerdiği işler, kimi zaman
otoriteyi elinde tutma çabaları, bir erkeğin ruhuna balyoz darbeleri gibi
iniyor. Ve artık ortada ne hassasiyet ve letafeti ile kol kanat gerilecek bir
hanımefendi, ne de bir hanımefendiye sahip çıkacak, maddi ve manevi tehlikelerden onu koruyup
kollayacak bir beyefendi kalmış oluyor.
Genç bir
hanımefendiye şefkatini doyasıya yaşayacağı anneliğin keyfini yaşatacak olan çocuk dünyaya geldiğinde ise, bu keyfi
yaşamak şöyle dursun, yapmayı düşündüğü şeylerden annesini alıkoyan, alışageldiği
düzeni alt üst eden bir engel ile karşılaştığını sanıyor genç kız.
Halbuki
hassasiyetini yitirmemiş, ruhunda şefkat melekelerinin filizlenmesine izin
verilmiş bir kız çocuğu da, hayatta dimdik durabilir ayakta; arkasında eşi,
kucağında yavruları ile.
İnce
fikirliliğin, hassasiyetin bir zayıflık göstergesi olarak kabul edilmesinden
olsa gerek, hassas bir ruhu olan erkek çocuklarının “kız gibi erkek” olmasından
korkulurken, latif ruhlu kız çocuklarının “erkek gibi kız” olması ile gurur
duyulur oldu.
24 Mayıs 2014 Cumartesi
Bir etiketlenmiş çocuk hikayesi
O sabah gene erkenden uyanmıştı. Evde herkes derin bir uykudayken, onun içi içine sığmıyordu. Güneşin pırıltısının perdenin arasından içeri sızıntıları, heyecanla yerinden fırlamasına yetiyordu. “Yaşasın, gün başlıyor!” dercesine üzerindeki battaniyeden sıyrılıp kalktı ve pencereye koştu. Yüzünde uyku mahmurluğundan hiçbir eser olmayışı, sanki saatlerdir uyanık zannettirecek kadar yanıltabiliyordu karşısındaki kişiyi. Ama onun mahmurluk için zamanı yoktu, hayat başlamıştı, hemen katılmalıydı.
Dış kapıyı açtığında yüzüne vuran güneşin sıcaklığıyla esen sabah rüzgârının serinliği birbirine karışarak okşuyordu tenini. Bahçedeki her şeyin de aynı hissettiğini düşündü. Otlar, kenarda yığılmış odunlar, dut ağacının gövdesi, dalları, yaprakları, ortadaki su birikintisi, taşlar… Gözlerini kapattı, rüzgârın ve güneşin hepsine de tıpkı onun yüzündeki gibi dokunuşunu hissetti. Kendini onlardan, onları kendinden hissetti ve önce hangisine koşacağına karar verecek zamanı yokmuşçasına heyecanla aralarına karışmak istedi.
Kesilerek istif edilmeyi bekleyen odunların arasında her zaman gözünün kaldığı, düzgün, ince, uzun bir sopa olurdu ama annesi almasına hiç izin vermezdi. “Kardeşine vurursun, gözüne başına gelir, camı kırarsın…” gibi bir yığın bahane öne sürerdi. Şimdi tam da o sopayı bulma zamanıydı.
Fazla uzun sürmedi. Elinde kendi boyundan daha uzun, neredeyse pütürsüz, ince ama sağlam bir dal vardı. Tam da izlediği filmdeki kılıç ustasının yaptığı kılıcı son kez parmaklarıyla kontrol eden edasıyla sopasını parmaklarıyla yavaşça sıvazlıyordu. İyi bir seçim yaptığına karar verdi. Savaşa hazırdı artık. Kılıcını etrafına savurmaya, düşmanları tek tek devirmeye başlamıştı bile.
Hayalindeki savaşın yenilmez kahramanı olarak mücadelesine devam ederken, ortadaki su birikintisine indirdiği darbe ile etrafa saçılan çamurlu su dikkatini çekti. Bir daha vurdu, nasıl da çamur rengi su damlacıkları savruluyordu etrafa. Daha hızlı vurdu; daha fazla damlacık, daha uzak mesafelere kadar sıçrıyordu. Kahraman savaşçı daha da hızlı bir darbe indirdiğinde, artık damlacıkların kimisi de yukarı doğru fırlıyordu ki, tiz bir ses geldi pencereden: “Hakan! Ne yapıyorsun oğlum sen sabahın köründe dışarıda? Ne o üstün başın öyle? Nasıl becerdin böyle çamura bulanmayı oğlum? Bu soğukta bir de pijamayla çıkmışsın dışarı. Hastalanıp başıma iş açacaksın! Gir çabuk içeri! Kapının önünde bekle beni, batırma ortalığı da!”
Annesinin bu ses tonuna alışmıştı. Ne zaman bir şeylerle uğraşmaya dalsa, annesi bu sesiyle girerdi hayalleri ile Hakan’ın arasına. Bir yandan annesi üzerini değiştirirken bir yandan söylenmeye devam ediyordu: “Ne işin var erkenden kalkıyorsun ki? Hadi kalktın, bari otur da dersine çalış, kitap oku!”
Annesinin serzenişleri Hakan’ın algılarını aşıyordu. Neden kitap okuması gerekiyordu ki? Okumasının hızlanması içinmiş. Peki hızlı okumak yerine hızlı koşsa olmaz mıydı? Ya da ağaca daha hızlı tırmansaydı mesela? Ders çalışması gerektiğini annesi hatırlatıp duruyordu. O da annesi üzülmesin diye çalışmaya çabalıyordu aslında. Ama ders kitabından yazılı olanlar, öğretmenin anlattıkları… Bir türlü aralarında bir ilişki kuramıyor, sonunda kendisini defteri ve kitabının başında, kalemine akrobatik hareketler yaptırırken buluyordu.
Söylene söylene Hakan’ı üzerindeki çamurlu kıyafetlerinden arındırdı, formasını giydirerek okula hazır hale getirdi annesi. Kahvaltısını yaptıktan sonra montunu giyip çantasını sırtına atınca, her zaman yaptığı şeyi yaptı. Annesini sımsıkı kucaklayıp onun sıcaklığını en içinde duymaya çalışırcasına içine soludu. Ve okul yoluna düştü.
Hakan öğretmeninden memnundu. Çünkü yan sınıfın öğretmeni gibi cetvelin yan tarafını avucunun içine vurmuyordu ödev yapmadığı zamanlarda. Ama gene de öğretmeninden korkuyor, çekiniyordu. Bir şeyi bilemedikleri, anlayamadıkları zaman sinirleniyordu çünkü. Yüzü değişiyordu, başka birisi oluyordu sanki. Anlayamamalarına anlam veremiyor, tekrar tekrar aynı şeyleri anlatıp duruyordu. Sonra tekrar aynı soruyu soruyordu. İşte o zaman neyse ki sınıftan birkaç kişi doğru cevabı veriyor ve diğerlerini kurtarmış oluyordu. Hakan da işte tam o zaman rahat bir nefes alabiliyordu.
O gün ilk dersleri matematikti. Birkaç gündür bölme işlemini işliyorlardı. Artık bu işlemle ilgili alıştırma yapma zamanı gelmişti. Ve ilk soru geldi: “12 bölü 3 kaç eder?” Hakan derste duyduklarından yola çıkarak bölme işlemini “bölüştürme”ye benzetmişti. Tam 12’yi 3 kişiye bölüştürmeye çalışıyordu ki, öğretmeni seslendi: “Hakan, sen söyle bakalım.” Hakan heyecanlansa da zihninde canlanan bölüştürmeden güven alıyordu, bulabilecekti cevabı. “Öğretmenin, bölüştüreceğim di mi?” diye sordu güvenle. Anladığının işareti idi bu, korkmuyordu bu yüzden. Ama sorusunun üzerine sınıfta bir kahkaha koptu. Öğretmeni sinirlenmeye başlamıştı. Önce sınıfı susturdu, sonra Hakan’a yöneldi: “Bölme oğlum bölme! 12’yi 3’e böleceksin!”
Demek ki bölüştürme değildi. Acaba paylaştırma mı demeliydi? Ama bunu da sorarsa daha da sinirlendirebilirdi. Kafası karışmaya başladı. O sırada öğretmeni değişen yüz ifadesiyle yardım etmeye çalıştı: “Çarpmanın tersini yapacaksın Hakan.” Nasıl tersten çarpılırdı ki? Acaba çarpışma gibi bir şeyin tersini mi kastediyordu. Kafası allak bullak olmuş, sınıftan kıkırtı sesleriyle iyice kaygılanmıştı. “Tamam, o zaman 6’yı 2’ye böl” dedi öğretmeni. Ama artık neyi düşüneceğini şaşırmıştı. Cevap veremiyordu. Öğretmeni daha da sinirli bir sesle, “Oğlum o zaman 4’ü 2’ye böl!” Verecek bir cevabı yoktu Hakan’ın. Öğretmeni “Otur!” diye bağırdı. “Boşuna mı boğaz patlatıyorum ben burada?” diye başlayan sözleriyle sınıfı sus pus etmişti.
Hakan ise yaşadığı mahcubiyeti taşımakta zorlanırken, ruhunu bu baskıdan kurtarabilecek bir şeylere sığınma ihtiyacı içine girmişti. Tahtanın üzerinde asılı duran İstiklal Marşı panosunun üzerindeki cam kaplamada yansıyan manzara bir an dikkatini çekti. Dışarıdaki bulutlar aynen burada da görünüyordu. Sağa ve sola kıpırdadıkça camda yansıyan manzara değişiyordu. Yoksa dışarıdaki her şeyin bir yansıma görüntüsü de bu camda mıydı? Olabilir miydi her şeyin bu küçücük panodan görülmesi? Hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. İçini bir merak bir heyecan kaplamış, o panoyu eline almamak için kendini zor tutar hale gelmişti.
Hakan yansımaların nereye kadar olduğunu yoklamaya çabalarken, öğretmeninin sesiyle irkildi: “Hakan, hemen müdürün odasına! Ben burada ne diyorum, sen orada ne yapıyorsun!”
O gün anne ve babası da okula çağırıldı. Müdür odasında rehberlik uzmanıyla birlikte kaldılar saatlerce. Hakkındaki konuşmaları takip edemiyor, anlam veremiyordu. Derse dikkatini veremediğinden, anlatılanları anlamadığından bahsediliyordu. Annesi bir yandan ağlıyor, babası ise annesini teselli etmeye çalışıyordu: “Tedavisi var nasıl olsa hanım, ne yapalım…”
O günden sonra Hakan’ın anlam vermekte zorlandığı bir hava bürümüştü anne ve babasını. Ona bazen sinirlenen, bazen de acınacak biriymiş gibi bakan gözlerde tek bir şeyi yoklayıp duruyordu: Sevilmek istiyordu, olduğu gibi, öylece, beklentisizce…
Gittikleri doktor, Hakan’ı şöyle uzaktan bir süzüp, sonra anne-babasının şikayetlerini ve onların ağzından öğretmeninin şikayetlerini dinlemeye ve not almaya başlamıştı. Dikkat dağınıklığı ve hiperaktivite bozukluğundan bahsediliyordu.
Halbuki Hakan, öğretmeninin anlattıklarını anlayabiliyordu. Lakin öğretmeni onun anlayabildiğini anlayamamıştı. Çünkü öğretmeninin öğrenme kalıplarının dışında düşünüyor, öğretmeninden farklı öğreniyordu. Mesela bölme işlemini bölüştürme ve paylaştırma olarak kendinde kodlayarak doğru bir şey yapmış, ama öğretmeni onun “farklı öğrenen” bir çocuk olduğunu fark edememişti. Öğretmenin öğrettiği gibi öğrenmeyen çocuk, öğrenemeyen çocuktu. Hakan da bundan nasibini alarak “dikkati dağınık” diye etiketlenmişti.
Hareketliydi, hayatın en sıradan karelerinde bile onun hayat coşkusunu tetikleyecek harikalıkları keşfedebiliyordu. Bazen bir sineğin, bir kelebeğin peşine takılıyor, bazen bir kuşun kanadına hayalen oturup oradan yeryüzünü seyrediyor, bazen bulutların ötesine yolculuklara çıkıyor, bazen de kendisini yıldızlardan geri dünyaya getirmekte zorlanıyordu. Hayal dünyası yaşadığı hayatın sınırlarını çok aşıyordu. Hakan da yaşadığı hayattan taşıyordu böylece. Bir yerlere sığamayan, bir yerde durmasına izin vermeyen coşkusu da bundandı. Bu haline hiparaktivite denilmiş, durdurulması gereken bir enerjiyle karşı karşıyaymışçasına tedbirler alınması gerektiği konuşulur olmuştu.
Hakan’ın iyiliği (!) için tedbirler alınmıştı. Onu sakinleştirecek, öğretmenini daha iyi dinlemesini sağlayacak, daha akıllı uslu bir çocuk olmasını kolaylaştıracak ilaçlarla tedavi süreci başlatılmıştı.
Kimsenin haberi yoktu, nasıl büyük bir yaşam coşkusunun köreltiliyor olduğundan... Kimse farkında değildi, hayat dolu bakışların yerini boş bakışlara terk ediyor olduğunun… Hakan’ın yaşam enerjisinin diri diri toprak altına gömülüyor olduğunun vebalini üstlenmeye hazır kimse yoktu çünkü…
Moral Dünyası Dergisi
Mola'ya gönderilmiş bir çocuk olsaydım
“Mola”ya gönderilmiş ve yaptığım hatayı düşünmekle görevlendirilmiş bir çocuk olsaydım…
Bir kere asla o mola sırasında yaptığım hatanın ne olduğunu düşünemezdim. Arkadaşlarımın karşısında o pozisyonda kalmanın verdiği ezikliği yaşardım. Acaba hakkımda neler düşünüyorlar diye tedirginlik duyardım. Yapayalnız hissederdim. Aklım, düştüğüm vaziyette olurdu; yaptığım hataya odaklanamazdım bile.
Maruz kaldığım tutum karşısında o kadar mahcup olurdum ki, böylesi bir tutumun muhatabı olmaktan kurtulmak ve bir daha da karşılaşmamak için “Acaba öğretmenim neyi düşünmemi istiyor? Neyi düşündüğümü söylememi istiyor?” diye geçirirdim aklımdan.
Böylesi bir muamele beni yaptığım hatanın ne olduğunu düşünmekten uzaklaştırır, öğretmenimin bu saldırısına bir daha uğramamak için almam gereken tedbirlere yönlendirirdi.
Bir de bu muamelenin bıraktığı izleri silmeye çabalardım. Mesela arkadaşlarımın arasına dönerken gülümserdim. Hiç bir şey olmamış gibi, hiç incinmemişim gibi davranmaya çabalardım. “Kimsenin benim için üzülmesine gerek yok, ben gayet iyiyim” mesajını vermeye çalışırdım. Öğretmenime karşı da tebessüm ederdim. Bana verdiği bu cezadan dolayı mahcup olmaması için neredeyse ona teşekkür edecek ve “İyi ki bana bu cezayı verdiniz, benim için çok iyi oldu, düşünürken çok şey öğrendim” diyecek kadar içimde yaşadıklarımdan uzaklaşırdım.
Yerime oturduğumda hiç bir şey olmamış gibi hayatın devam ediyor olduğuna inanmak için hemen yanımda oturan arkadaşıma normal bir ses tonu ile bir soru sorar, bıraktığım yerden devam edebilme çırpınışları sergilerdim.
Ve bir daha öğretmenimin beni molaya göndermemesi için pür dikkat bir öğrenci olurdum. Benden ne istediğini anlamak için sürekli alıcılarım açık olurdu. Bütün beklentilerine mükemmel cevap vermeye çalışırdım ki, bir daha o hali yaşamayayım. Bir beklentisine cevap verememe ihtimali, benim için tehdit oluştururdu artık.
Sanırım öğretmenim, verdiği “mola”nın ne kadar da işe yaradığını düşünürdü. “Hata”mı anladığımı zannederdi. Benden ne olmamı istiyorsa o olurdum çünkü. “Aferim” derdi bana. Ama ben ne olurdum? Yaptığı hatanın ne olduğunu bile anlayamamış, fakat öğretmeninin ne yapmasını istediğini iyice anlamak zorunda kalmış biri; “ben”den başka her şey yani.
Eğer molaya gönderilmiş bir arkadaşım olsaydı ne yapardım? O arkadaşımın mola sırasında kendisini mahcup hissetmemesi için ne yapabilirim, sürekli bunu düşünürdüm. Sonra moladan dönerken de hemen ona gülücükler saçar ve “Sen hala benim aynı çok sevdiğim arkadaşımsın” anlamını taşıyacak her şeyi yapardım.
Benim ya da bir arkadaşımın maruz bırakılacağı böylesi bir muamele, beni sürekli bir tedirginliğe iter, sürekli bu tehdidi savuran kişiye karşı kendimi sevdirme, beğendirme gayretine iterdi. Her adımımı “Acaba bana mola verir mi?” diye gözden geçirdikten sonra atacak kadar tedirginlik duyardım.
Kısacası, güven içinde solukladığım bir anın hayalini bile kuramazdım… Ama galiba herkes beni çok mutlu ve güven içinde zannederdi…
Not: Bu yazı www.kadincakararinca.com sitesinde yayınlanmıştır.
Çocuğun iyiliği için "Evlatkoliklik"
Biz ebeveynler bazen çocuklarımıza karşı o kadar hassaslaşıyoruz ki, onların dünyalarına o kadar fazlaca girmiş oluyoruz ki, onların hissedeceği bir şeyi biz önceden hissedip tedbirini alıyoruz. Böylece çocuk süreci hissedemeden geçirmiş oluyor ve yanındaki yetişkinin ne yapmaya çalıştığını anlayamıyor bile.
Mesela, şu kadar saattir yemek yememiş olan yavrusunun mutlaka acıkmış olacağına karar veren anne, hemen yavrusunun bu ihtiyacını gidermek için koşturmaya başlıyor peşinden. İhtiyacı hisseden anne olduğu için, çocuğun bu ihtiyacını hissetmesine fırsat verilmediği için, yemek karşısında beklenen iştahı sergileyemiyor çocuk.
Ya da o kadar koruyucu kollayıcı oluyor ki anne baba, aman evladı üşümesin, aman soğuk almasın diye öyle bir giydirerek, koruyarak dışarı çıkartıyor ki; çocuk, tenine ufacık bir serinlik değmediği için bu giydirme faslına bir türlü anlam veremiyor. Harala gürele kat kat giyinme faaliyeti, o kadar...
Başka bir örnek de okul hayatı ve ödevler meselesi. Anne baba kendisi okul hayatını o kadar iyi biliyordur ki, daha birinci sınıftan sıkı tutmazsa "çocuklarının iyiliği için" hedefledikleri üniversiteyi tutturması için ne kadar çalışması gerektiğinin farkındadırlar. Ya da kendisi okuma şansı bulamamıştır, çocuğunun okumadığı taktirde neleri kaybedeceğini çok iyi bildiği için sürekli bu dramı yaşamaması için onu sıkıştırır. Halbuki çocuk hiç bir şey anlamaz neden bu kadar ders çalışması gerektiğinden. Derslerine merak ile sarılma şansını hiç yakalayamaz çünkü anne babası ondan önce hissedip tedbiri almışlardır bile.
Adem Güneş Hoca'nın "evlatkoliklik" diye tabir ettiği hal ile bağdaştırıyorum bunu. Öyle bir şey ki, mesela yavrunuz yürümeye başlamış, ama siz yürümenin topuklarda nasıl nasırlanma yaptığını bildiğiniz için çocuğunuzu bundan korumaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden yavrunuz için altından bir tekerlekli sandalye alıyorsunuz, üzerinde rengarenk oyuncaklar, müzikli düğmeler...vs de var. Her gideceği yeri size söylüyor, siz de güle oynaya götürüyorsunuz.
Bu çocuk bir gün tekerlekli sandalyesinden kalkıp da arkadaşları gibi koşmak, kırlarda yürümek, ayağı ile topa vurmak istediğinde bacaklarının o sandalyeden dolayı ne kadar zayıf kaldığını hissedince, hatta belki ilk gayretleri sırasında yere yuvarlanınca ne der sizce? Anne babası istediği kadar "Biz sana altından sandalyeler almadık mı, biz seni her istediğin yere götürmedik mi? " diye hak iddia etsin, o çocuk yürüme kabiliyetinin vaktiyle gelişmesine izin verilmediği için anne babasının beklediği vefayı gösteremeyebilir.
Ne kadar iyi niyetlerle çıkılan yollar, ne kadar yıpratıcı sonuçlar ortaya çıkartıyor. Çocukların hayatı yaşamalarına izin vermek lazım. Kendi korkularımızı onlara yansıtarak aldığımız tedbirler, kişiliklerinin sağlam bir zemine oturmasını engellemiş oluyor biz farkında bile olmadan. Sonra da baş kaldırılar başlıyor tabi. Engellendiği, izin verilmediği ölçüde isyan ediyor çocuk bir gün... Sonra da adı "asi evlat" konuluyor...
Bir yemek meselesinden buralara geldim :)
İnşallah evlatlarımızın, torunlarımızın hayır dualar ile anacağı anne babalar oluruz.
Not: Bu yazıyı, Anadolu Pedagojisi'ni takip eden arkadaşlarımızın olduğun bir email grubuna yazmıştım. Oradan alıntı ile www.kadincakararinca.com internet sitesinde yayınlanmıştı...
Bir 'Hâl'e bürünmüşsen...
Bazen günlük yaşamın herhangi bir anında yaşadığımız küçük bir şey sırasında kendimize dışarıdan bakabildiğimiz bir anda, gördüğümüz şeye anlam vermekte zorlanabiliyoruz.
Mesela çocuk su istemiş diye "Ben sizin hizmetçiniz miyim? Biraz da kendi işinizi kendiniz yapın!" diye feryat figan eden bir vaziyette bulabiliyoruz kendimizi.
Parktan eve dönüleceği saatte çocuk illa da eve gitmeyeceğim diye tutturdu diye çileden çıktığımız, öfkemizi burnumuzdan soluduğumuz bir halde bulabiliyoruz kendimizi bazen de.
Bir dükkandaki beğendiğiniz bir şeyin fiyatını sorduğumuzda, beklediğimizden daha yüksek rakamlar duymuş isek, sanki kendimize bir hakaret duymuş gibi sinirlendiğimiz oluyor mesela...
Aslında tek başına bir olay olarak bakıldığında, hiç de çaresiz olunmayan, hiç de öyle dermansız bir dert gibi bizi yıkabilecek olaylar değil bunlar... Ama neden çileden çıkıyor insan?
İnsan, aslında benliğinin halleri ile görüyor yaşamı. Benliğinin hali, onun yaşama baktığı pencere gibi oluyor, hatta yaşamdan gördüklerini adeta o hal belirliyor.
Ne kadar şeffaf ise bulunduğu hal, yaşamı o kadar olduğu gibi görebiliyor.Ne kadar koruma kalkanları ardına saklanmış ise, yaşamı o kadar olduğu halinden bambaşka algılıyor...
Arkadaşının gittiği bir yere kendisini davet etmediğini duyan kişide, değersizlik hissi uyanıyor örneğin. Kırılıyor, inciniyor bu durumdan... İncinmişlik hali benliğini korumaya geçiriyor. İşte tam o sırada eşi "Yemekte bir değişik koku var, değişik bir şey mi kattın?" diye soracak olsa, işte o zaman o koruma kalkanları ile manzarayı yorumluyor ve tepkisini veriyor: "Sen de hiç kıymet bilmedin ki zaten!"
Yani aslında çoğu zaman savunma halinin intikamını aldığı kişi, hiç de suçu olmayan bambaşka birisi oluyor. Nazımızın geçtiği, yaşamı paylaştığımız, zaten ayrılmayacağımız, elimizde olan birisi oluyor; ya çocuğumuz, ya eşimiz, ya en yakın arkadaşımız... Yani çok yakınımızdaki birileri... En yakınımızdakilere, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlerle zarar veriyoruz yani...
Peki sürecin başına gelelim... Arkadaşımız bizi davet etmedi de başkalarını davet etti diye uyanan değersizlik hissi... Nereden geliyor bu his?
İşte burası belki de işin çözüm noktası... Benim de bu satırlara sığdıramayacağım bir nokta... İnsan aslında değerlidir, hem de her şeyden çok... Ama değersiz zanneder işte... Bu zannetmesinin bir sonucu olarak kırılgandır, incinir hep, küsüverir hemen...
Belki de yaşamının ilk yıllarında düşmüştür bu "değersizlik" evhamı onun içine... Öyle zannettirilmiştir... Çünkü "Çocuk dediğin söz dinler, sen nasıl çocuksun böyle?" diye azarlanmış, çocuksu coşkularını yaşadığı bir sırada "Yeter, azıcık oturun!" diye tiz bir ses yüreğinde ürperti uyandırarak bağırmış, "Senden adam olacak da ben de göreceğim!" diye imalı sözler yüreğine yüreğine saplanmıştır...
Geçmişte ne olursa olsun, bildiğim bir şey ver: Değersizlik, sadece bir evhamdır, aslı yoktur... O yüzden bugün, insan olmanın tadına varabildiğimiz, insan olmanın değerini içimizde duyabildiğimiz kadar bu hislere galip gelebiliriz...
İnsanın değerine dair tüm sırlar, içimizde gizli çünkü... Hala orada duruyor... Hadi o zaman :)
Mesela çocuk su istemiş diye "Ben sizin hizmetçiniz miyim? Biraz da kendi işinizi kendiniz yapın!" diye feryat figan eden bir vaziyette bulabiliyoruz kendimizi.
Parktan eve dönüleceği saatte çocuk illa da eve gitmeyeceğim diye tutturdu diye çileden çıktığımız, öfkemizi burnumuzdan soluduğumuz bir halde bulabiliyoruz kendimizi bazen de.
Bir dükkandaki beğendiğiniz bir şeyin fiyatını sorduğumuzda, beklediğimizden daha yüksek rakamlar duymuş isek, sanki kendimize bir hakaret duymuş gibi sinirlendiğimiz oluyor mesela...
Aslında tek başına bir olay olarak bakıldığında, hiç de çaresiz olunmayan, hiç de öyle dermansız bir dert gibi bizi yıkabilecek olaylar değil bunlar... Ama neden çileden çıkıyor insan?
İnsan, aslında benliğinin halleri ile görüyor yaşamı. Benliğinin hali, onun yaşama baktığı pencere gibi oluyor, hatta yaşamdan gördüklerini adeta o hal belirliyor.
Ne kadar şeffaf ise bulunduğu hal, yaşamı o kadar olduğu gibi görebiliyor.Ne kadar koruma kalkanları ardına saklanmış ise, yaşamı o kadar olduğu halinden bambaşka algılıyor...
Arkadaşının gittiği bir yere kendisini davet etmediğini duyan kişide, değersizlik hissi uyanıyor örneğin. Kırılıyor, inciniyor bu durumdan... İncinmişlik hali benliğini korumaya geçiriyor. İşte tam o sırada eşi "Yemekte bir değişik koku var, değişik bir şey mi kattın?" diye soracak olsa, işte o zaman o koruma kalkanları ile manzarayı yorumluyor ve tepkisini veriyor: "Sen de hiç kıymet bilmedin ki zaten!"
Yani aslında çoğu zaman savunma halinin intikamını aldığı kişi, hiç de suçu olmayan bambaşka birisi oluyor. Nazımızın geçtiği, yaşamı paylaştığımız, zaten ayrılmayacağımız, elimizde olan birisi oluyor; ya çocuğumuz, ya eşimiz, ya en yakın arkadaşımız... Yani çok yakınımızdaki birileri... En yakınımızdakilere, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlerle zarar veriyoruz yani...
Peki sürecin başına gelelim... Arkadaşımız bizi davet etmedi de başkalarını davet etti diye uyanan değersizlik hissi... Nereden geliyor bu his?
İşte burası belki de işin çözüm noktası... Benim de bu satırlara sığdıramayacağım bir nokta... İnsan aslında değerlidir, hem de her şeyden çok... Ama değersiz zanneder işte... Bu zannetmesinin bir sonucu olarak kırılgandır, incinir hep, küsüverir hemen...
Belki de yaşamının ilk yıllarında düşmüştür bu "değersizlik" evhamı onun içine... Öyle zannettirilmiştir... Çünkü "Çocuk dediğin söz dinler, sen nasıl çocuksun böyle?" diye azarlanmış, çocuksu coşkularını yaşadığı bir sırada "Yeter, azıcık oturun!" diye tiz bir ses yüreğinde ürperti uyandırarak bağırmış, "Senden adam olacak da ben de göreceğim!" diye imalı sözler yüreğine yüreğine saplanmıştır...
Geçmişte ne olursa olsun, bildiğim bir şey ver: Değersizlik, sadece bir evhamdır, aslı yoktur... O yüzden bugün, insan olmanın tadına varabildiğimiz, insan olmanın değerini içimizde duyabildiğimiz kadar bu hislere galip gelebiliriz...
İnsanın değerine dair tüm sırlar, içimizde gizli çünkü... Hala orada duruyor... Hadi o zaman :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)